Yavuz Türk: Yayıncılık sektöründe kötü olan ücret oranları daha da kötüleşti

Yavuz Türk'le İletişim Yayınları tarafından yayımlanan öykü kitabı 'Yolluk'u konuştuk. Türk, "Daha çok 'edebiyat yapma telaşında olmayan' edebiyatı seviyorum" dedi.

Abone ol

Mustafa Çevikdoğan

DUVAR - Yavuz Türk, iki şiir kitabı ve bir romanın ardından şimdi de öyküleriyle okur karşısında. Yazarın yedi öyküsünün bir araya geldiği 'Yolluk', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Yavuz Türk'le edebiyatın farklı alanlarında eserler vermesinden öykülerin oluşum sürecine birçok ayrıntıyı konuştuk.

Kitaba dair sorulardan önce hayati konulardan bahsetmek istiyorum. Türkiye'nin kriz şartlarında hayatınız nasıl gidiyor? Sizin “modern insanın çıkmazları”na çok fazla takılmadığınızı biliyorum. Bir yazar olarak geçinebiliyor musunuz mesela? Korkunç bir yayıncılık kriziyle karşı karşıyayız. Yayınevleri, yayınevi çalışanları, telifle geçinen insanlar çok zor durumda. Bu kriz “yazarı” nasıl etkiliyor?

Ekonomik kriz bütün sektörleri etkilediği gibi maalesef yayıncılığı da derinden sarstı. Bu koşullarda butik yayıncılık yapanlar bir yana büyük yayınevleri bile çok zor koşullarda faaliyetine devam edebiliyor. Senin de bildiğin üzere, bir yıl içinde kâğıt fiyatları neredeyse üç katına çıktı. Öte yandan kitap fiyatları aynı oranda artış göstermedi. Bu durum da doğal olarak editöründen düzeltmenine, grafikerinden çaycısına kadar tüm yayınevi çalışanlarının maaşlarından, yazar ve çevirmen teliflerinden, basılacak kitap sayılarından azaltmalara gidilerek çözülmeye çalışıldı. Zaten kötü olan ücret oranları daha da kötüleşti. İşin yazarlık cephesi ise daha dramatik bir hal aldı tabii. Böyle bir ortamda edebî metin telifiyle geçinmek ancak ütopya olabilir. Kitabın 20 bin bandını geçmesi lazım en azından... Dolayısıyla yazarın, edebî üretimiyle geçinmesi pek mümkün görünmüyor. Bunu en baştan kabul edelim ve eğip başımızı usul usul yürüyelim.

'YAZARIN ÖYKÜ TÜRÜNE TERFİ ETMEDEN ROMANLA BİR MİKTAR ALIŞTIRMA YAPMASI YERİNDE OLUR'

2020’de ilk romanınız 'Yüce Lider’e Dair' yayımlanmıştı. Şimdi de 'Yolluk' ismiyle öykülerinizi kitaplaştırdınız. Romanı öyküye geçiş için bir basamak olarak mı görüyorsunuz yoksa?

Edebî türler içinde öykü epeyce rafine özelliklere sahip bir tür. Belli yönlerden daha minimal düzeyde ve daha sık dokunması gereken bir yapısı bulunuyor. O nedenle, romanda olduğu gibi “genişten alma” ve romanın izin verdiği ölçüde “gevezelik yapma” imkânını yazarın elinden alabiliyor. İyi bir öykünün ihtiyaç duyduğu karakter, olay örgüsü, mekân gibi unsurlar için daha iktisatlı çalışmak gerekiyor. Dolayısıyla öykü türüne terfi etmeden evvel yazarın romanla bir miktar alıştırma yapması yerinde olur kanaatindeyim.

Siz de “kitap yazan” yazarlardan mısınız? Oturup bu defa da bir öykü kitabı yazayım mı diyorsunuz yoksa her bir öykünün kendi hikâyesi mi var? Kitaba bir bütün olarak mı bakıyorsunuz yoksa her öykü müstakil olarak, yazılması gerektiği için mi yazılıyor?

Şiir ve öykü gibi daha kısa metraj ve parçalı görünüme sahip türlerin bir kitap cildi altında buluşması, bütünlüklü bir yapı arz etmesi bana cazip geliyor. Bir araya gelen metinlerin tema bütünlüğü, belli bir yordamla ilerlemesi ya da aynı kurmaca evreninde geçmesi okuma deneyimini de kolaylaştırıyor. Öte yandan kendimi buna mecbur hissettiğim de pek söylenemez. Öykü kitabı özelinde düşündüğümüzde, her bir metin kendi hikâyesiyle ortaya çıkmakla birlikte, tema ve kurgu bütünlüğü açısından bir yapının içine oturmaya müsaitse bunu çok sırıtmayacak şekilde yapmaya çalışıyorum. Ama kimi zaman birbirini takip eden, iç içe geçmeye meyilli metinlerin ortaya çıktığı da oluyor.

Birbirini tanıyan öyküler yazmayı seviyorsunuz. Bir öyküdeki karakter sonraki öyküde başka bir tarafıyla çıkıyor karşımıza. Sizin de dediğiniz gibi, hepsi bağımsız metinler olmaya da devam ediyor bir yandan. Bu tür akraba öykülerde derin bağlantılar arayanlar, aşırı yoruma kaçanlar çok olur. Sizin bunda amacınız neydi? Basit bir oyun merakından mı ibaret yoksa gerçek bir karakter atlası mı oluşturuyorsunuz?

Biraz öyle, biraz böyle galiba. Öyküleri bir araya getirirken çok üst düzey bir inşa çabası içinde olmadığım aşikâr. Dolayısıyla metinlerin birbirine kapı açması veya teyellenmesinde öykülerin bağımsızlığını zedeleyecek bir yapı kurma derdim olmuyor. Ama şu var: Öykülerin aynı kurmaca evreninde geçtiği duygusunu okura vermek hoşuma gidiyor. Metinlerin içinden okura oltalar atmak, bir öykünün baş karakterinin sonraki öyküde yan karakter olarak yer alması gibi şeyler metinlerin etkisini güçlendiriyor. Bunun ötesinde yüce bir amacım yok. Eğer ki metinler oyun oynamaya müsaitse biraz eğlenmenin ne zararı var?

Yolluk, Yavuz Türk, 103 syf., İletişim Yayıncılık, 2022.

'EDEBİYATTA ARGO KULLANIMININ AYARINI ÇOK İYİ YAPMAK LAZIM'

Dil konusuna gelelim. Eski metinlerde sokak dilinin sıkça kullanıldığını görüyoruz. Sokak herkesindi o zamanlar. Bugünse küfürleri noktasız görsek de argonun o kulağı okşayan tınısını duyamıyoruz. Kolejli, terbiyeli bir dil kullanılıyor. Biraz da malum “tetikleme” kaygısı – eskiden buna otosansür derdik. Sokaktaki, edebiyatı hor görüyor; edebiyatçı, sokaktan korkuyor. Sizin metinlerindeyse sahici bir argo kullanımı var. İsterseniz sokak ağzı diyelim çünkü öyküye argo kelime serpiştirmekten fazlasından bahsediyorum. Bu çalışarak öğrenilmiş bir dil mi yoksa siz de okulu asan çocuklardan mısınız?

Edebiyatta argo kullanımı bıçak sırtı bir durum. Bağlamı içinde kullanılmadığında, yerine tam oturmadığında “yapmacık” görünebilir. Azıcık ayarını kaçırdığında hemen sırıtabilir. Ben sokak jargonuna bir miktar hâkimim, doğal süreç içinde edindim bunu. Diğer taraftan çalışarak öğrenilebilir mi, pek emin değilim. O yüzden oranını, kıvamını, ayarını çok iyi yapmak lazım.

Anladığım kadarıyla bizim edebiyatımızda on beş-yirmi yıllık periyotlar halinde belli bir üslup veya dil/yöntem kullanımı kimi türleri zapturapt altına alıyor. Bugün örneğin, iç döken, sayıklamalarla dolu, farklı bir gerçeklik düzleminden okura seslenen ve abartılı şiirsel bir söyleyiş kullanan öyküler çok fazla öne çıkıyor. İşin kötü tarafı okur ya da yeni edebiyat heveslileri de öykü denildiğinde, şiirden hallice ya da yukarılardan bir yerlerden seslenen, gündelik hayatla pek alışverişi olmayan bir metin tahayyül eder oldular. Belki gelecekte bir gün sokağı anlatan underground bir edebiyat hâkim hale gelecek, olabilir. Her halükârda iyi edebiyat yolunu bulur, içindeki çürüğü eler.

“CV” öyküsünü okuyunca birçok okur, “TC’ni de verseydin!” diyecektir. Oysa bu öykünün, metinde anlatıcının konumunu anlamada oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Çok riskli bir iş. Birine anlattıran sizsiniz. Anlatıcı neyi ne kadar verdiyse CV onun CV’si, yazarın değil. “Rüyada Hamur Görenler”de de bambaşka bir anlatıcı denemesi var. Tüm öykülerle birlikte ele alırsak her öyküde doğru anlatıcıyı, doğru “ses”i bulduğunuzu düşünüyor musunuz?

Anlatıcı meselesi, romanda da öyküde de üzerine en çok kafa yorduğum konulardan biri. Kurmaca bir metni inşa ederken dili, üslubu, olay akışını, atmosferi ve hatta mekân kullanımını doğrudan etkileyen şeyin anlatıcı olduğunu düşünüyorum. Yazar, bence her şeyden evvel bir anlatıcı kurgulamalı ve onun üzerine odaklanmalı. Ben yazarken, genelde birinci tekil şahıs anlatıcıyı daha fazla tercih ettiğim için ayrıca önem atfediyor olabilirim. Fakat genelde karıştırılan şey şu: Üçüncü tekil veya tanrı anlatıcı da olsa, orada bir göz var. Olayların bir kısmını veya tümünü bize aktaran biri... Bu kişinin yazar olduğu yanılsamasına kapılmamak gerek. Ben hem romanda hem de 'Yolluk’taki öykülerde anlatıcının sesini kendi sesimden ayırmaya özen gösterdim. Bu nedenle anlatıcıların ve anlatım biçimlerinin “şimdilik” doğru sesi yansıttığını düşünüyorum.

''EDEBİYAT YAPMA TELAŞINDA OLMAYAN' EDEBİYATI SEVİYORUM'

Öykülerinizde Cemil Kavukçu etkisi kimi zaman apaçık görünüyor, kimi zaman satır aralarında beliriyor – hatta ithafta... Kavukçu’nun edebiyatında sizi bu kadar etkileyen nedir?

Cemil Kavukçu’da beni en fazla çeken şey atmosfer yaratmaktaki ustalığı ve sahiciliği. Onun bilhassa gemicilerle ilgili olan ya da bir kenar mahallede, ara ara rüyayı hatırlatan sahnelerle örülü öyküleri benim sevdiğim metinleri. Özellikle 'Dört Duvar Beş Pencere', 'Gemiler de Ağlarmış' ve 'Uzak Noktalara Doğru' kitaplarına ara ara dönüp bakarım. Yıllardır çok istikrarlı biçimde yazmasına rağmen Kavukçu’nun bugün yeterince ilgi görmediğini düşünüyorum. Ama elbette sadece Cemil Kavukçu değil...

Jean-Louis Fournier ve Édouard Levé gibi asıl işi edebiyat olmayan yazarların ortaya çıkardığı ilginç metinleri de çok zihin açıcı buluyorum. Çünkü edebiyat yapma kaygısı veya edebiyatın çizdiği sınırlar yazarın bir noktada körleşmesine neden olabiliyor. Daha çok “edebiyat yapma telaşında olmayan” edebiyatı seviyorum.

Büyük yazarların farklı türlerde iyi eserler verebildiklerini görüyoruz. Ama başta nasıl anıldılarsa öyle gidiyor. Melih Cevdet ve Oktay Rifat iyi romancılardır ama şair olarak anılırlar. Tanpınar da şair olmak isterken romancı olanlardan. Siz şiirle başladınız, iki şiir kitabı çıkardınız. Sonra roman ve şimdi de öykü. Seçme şansın olsa hangisi olmak isterdiniz?

Aslında şairliği daha “şık” buluyorum. Oyumu ondan yana kullanırdım. Diğerlerine göre şairlik, daha doğrusu şair kalmak biraz daha zor ve meşakkatli. Çünkü şiir, yazan kişinin olgunlaşmasıyla seyrelen ya da kıvamını kaybeden bir özelliğe de sahip: O alanda hep daha uçarı ve serseri bir tavır gerekiyor. İşte bu yüzden şiirdeki slogan “efendimiz acemilik”.

Şiir, öykü ve roman dışındaki türler üzerinde çalıştığınızı da biliyoruz. Kimi yazarlar çok muhafazakâr olur bu konularda. Dikkat dağınıklığı olmuyor mu? Bir öykü yazarken yarım bırakıp başka bir türe geçiyor musunuz mesela?

Sekiz-on dosyayı aynı anda çalışabiliyorum. Bunun getirdiği dikkat dağınıklığı bende bir avantaja dönüşmüş olabilir. Birinden sıkıldığımda diğerinden devam ediyorum. Fakat yalnızca bir süre... Eğer bir metni tamamlamaya yaklaştıysam ya da metnin tüm çatısını başarılı şekilde kurmuşsam sadece onunla ilgileniyorum. Metinleri belli bir olgunluğa getirene kadar dağınık gitsem bile, dosya kıvamını bulduktan sonra onu daha iyi yoğurmak için yalnızca tek bir metne yoğunlaşıyorum.

Son otuz yılın Türkiye sinemasının etkisini fazlaca görüyorum öykülerinizde. Sinema da sizin edebiyatınızın kaynaklarından biri mi?

Edebiyat dışında en fazla ilgilendiğim iki sanat dalı sanırım sinema ile tiyatro. Belli dönemlerim oluyor: Mesela bir yıl boyunca yoğun şekilde sadece tiyatro oyunu izliyorum. Sonra tiyatroyu tümüyle bir kenara bırakıp sadece film izlediğim bir zaman geliyor. Bu dönüşümlü olarak böyle gidiyor. Sinemada sıradan, gündelik, sahici ve alaycı dil çekici geliyor. Bu da Zeki Demirkubuz’a getiriyor beni genelde. Son dönemlerdeki filmleri bir kenara, "Masumiyet", "Kader" ve "Yazgı" bana yetiyor. Onun dışında Reha Erdem’in şiirselliğini, Fatih Akın’ın kimi zaman alaycılığa varan gerçekçiliğini seviyorum.