Bir ara yazdığım gibi “Diriliş: Ertuğrul” dizisinin bir bölümünün yarısını izledim. Dizi, resmî tarihçiliğin Bizans sonrası Anadolu ile ilgili anlatısını tekrar ediyor. İman dolu göğüsleriyle Türk kitleleri Anadolu’ya akar, tebliğ ve kılıçla küffar tepelenir, ortalık birden Agah Hün sesiyle konuşan ermişler ve boynunu bükerek ustaların peşinden giden çırakların doldurduğu çarşılarla bezenir. Burada saray, pazar yeri ve cami-medrese üçgeni, klasik İslâm şehrini ortaya çıkarır. Bu durum ve üçgen de aslında epey okunaklı, ama birkaç hafta tasvirî bir şeyler yazayım diyorum.
Tarih nasıl kurgulanırsa ona dönüşen bir şey gibi geliyor bana. Göğsüne tencere kapağı bağlayıp kafasına tava geçirerek elindeki büyük kepçeyi mızrak bilip TV karşısından küffar arasına dalan cengâver videoları, kurgulanan tarihin evindeki halk arasındaki etkisini gösteriyor. Ama sosyal medyada dalga konusu yapılan bu yiğitler ile balık ve peynirler konusunda engin bilgileri olan senaristler arasında zihniyet farkı yoktur. Hatta bana sorarsanız komik olan taraf, senaristlerdir. Çünkü okul yemekhanesindeki berbat yemekler yüzünden şişmiş göbeğine hiddet kemeri bağlayıp bölüm başkan yardımcısı odasında seferden sefere koşan tarih çerileri tarafından fena keklenmişlerdir. Anadolu bir vakitler hiç de öyle anlattıkları gibi değildi çünkü.
O zaman sinema sektöründen doğru bir örnek ver hacı derseniz, “Hacivat-Karagöz Neden Öldürüldü?” filmini gösteririm. Olan biteni çok iyi anlamış bir film bence. Dilden dine, zamanın sosyolojisinden zamanın psikolojisine parlak bir zihnin ürünü. Ama film, takdir ettiğim algıyı ancak mizah ile aktarabildi. Çünkü yerleşik resmî kafaya ciddi bir şey söylemek imkânsızdır.
Kemal Tahir’i unutuyorsun diyen olacak. Ama Kemal Tahir, Tarık Buğra, Attilâ İlhan, Necip Fazıl Kısakürek, Demirtaş Ceyhun, Halit Refiğ gibi aydınlar hep bir tezi “kurmaca” (film ve şiir de kurmaca mıdır?) üzerinden anlatmaya çalıştılar. Kemalizm, Marksizm, İslamcılık ya da Tahirizm ile gerçeklik uyuşmuyordu, en az nispeten karşı olunan anlayış kadar.
Bu tarih anlatısı, bu tek-renklilik içinde kendi izlerini arayanları bu yerleşik dogmalar manzumesiyle karşı karşıya getirir. Onun tarafından püskürtülen girişim, satır araları, çelişkiler, dipnotlar, yanlış çıkarımlar ile tahrif edilmiş çeviriler arasında bir yol arayıp durur. Sencer Divitçioğlu ve Talat Tekin gibi tek-renkliliğe teslim olmamış aydınları arkasına alır ama hepsi içinde olmak üzere hiçbiri kadar avantajlı değildir. Açık ya da kozmik odalara saklanan belgelere ulaşamaz. Çünkü devlet elindeki belgeleri dağıtırken sözü edilen yerleşik ve yaygın anlatıyı besleyen belgeleri iş görecek birilerine verir.
Ama gerçeğin kendini göstermek gibi bir huyu vardır. Bazen örtülen, kesilen, biçilen, tahrif edilen, saklanan bir belge, bir metin kendini gösterir. Büyük resmin pek de doğru olmadığını söyler. Onu örtük külliyatla bütünlemek güç ve hatta imkânsız olduğu için yeni bir tasvir yapmaya yetmez, ama yaygın anlatının duvarlarında delikler açabilir.
Devleti hâlâ Osmanlılar yönettiği için Osmanlı'ya kafa tutan ve bu yüzden göz ardı edilen Karamanlıların tarih anlatısına bakabiliriz şimdi. O tarihin içinde resmî tarihçiliğin göz ardı ettiği halklar da var. Sivas, Kayseri, Ankara, Konya, Ermenek, Antalya, Mersin havalisinde mezc olan Ermeni, Kürt, Moğol, Oğuz, Rum, Türkmen kitlelerinin ittifak ve savaşlarını öğreniyoruz bu metinlerde. Birkaç hafta bu metinlerde anlatılanlar ile yaygın anlatıyı yüzleştireyim diyorum. Hem evindeki kimi yurttaşlardan daha fazla coşan Maduro yoldaşa da gerçeği anlatmakla yükümlüyüz, öyle değil mi?