Yayın dünyasında kadınlık halleri
Toplumsal cinsiyet rolleri yayıncılıkta da kendini belli ediyor. Erk iktidarı kökleşiyor.
Ayla Duru Karadağ
Türkiye yayıncılığı istisnaları olmak kaydıyla yol gösterme, inşa etme, toplum mühendisliği arzularıyla şekillendi. Bu istek ideolojiden bağımsız olarak az ya da çok, açık ya da örtük olarak yayıncılığın ve Türkiye’nin doğası/koşulları gereği meşru ve olağan bir kaygıdır. Yayın dünyasında cinsiyeti etraflıca ele alabilmemiz için Türkiye’de yayın dünyasını oluşturan, etkileyen, yön veren dinamikleri de bihakkın ele almak gerekiyor: Lakin teferruatlı şekilde ele almayı planladığım “Türkiye yayıncılığında toplumsal cinsiyet” konusunu baltalamamak için asıl meseleme geçip birçok yazının konusu olan Türkiye yayıncılığını konuşmayı ertelemek amacındayım.
İki farklı konu olmakla birlikte birbirinin içine geçen, birbirini etkileyen meselelerin irdelenmesi gerektiğinin bu yazı vesilesiyle de bir daha altını çizelim.
Aslında bu yazının dayandırılacağı argümanın, oluşturulma şeklinin, uğradığı değişikliklerin anlatılması da meselenin ortaya konulmasında kritik etken. En başta yayın dünyasında kadın olmak üzerine kendiminkinden yola çıkarak ertafımdaki kadın deneyimlerini de kapsayan bir yazı ortaya çıkarmayı amaçlıyordum. Meselenin üzerine biraz düşündükçe ve etrafımdaki kadınların çesitliliğinin ayırımına vardıkça gördüm ki bu sadece ben ve benim tanıdıklarım ertafından şekillenecek, anlatılabilecek bir şey değil. Bununla yüzleştikten sonra sabit sorular hazırlayıp kadınların kurulmasında, yönetiminde, yayın politikasında aktif olduğu yayınevleriyle bir soruşturma hazırlamaya giriştim. Birtakım öngörüşmeler yapılıp sorular hazırlandı, cevapları alıp yazıyı oluşturmak kalmıştı ki, elimdeki listeye baktığımda çok belirgin bir şey gördüm: Listem “söz sahibi” kadınlardan oluşuyordu.
Yayınevi sahibiyle konuşacaktım ona telefonları aktarmadan önce kulağı şişen sekreterle değil; tecrübeli editöre soracaktım maruz kaldığı taciz var mı yok mu diye sahacıya değil… Oysa bir yayınevinde sadece “okuyup para kazanıyor” denilen editörler ve daha iyi bir dünya için kendini kitaplara adamış yayınevi sahipleri yoktu. Yayınevlerinde de her kurumda olduğu gibi dışarıda ve içeride koşturması gereken ve yayınevinin belkemiği olan kadın emekçiler vardı.
Soruşturmayı kültür ya da sermaye açısından avantajlı olan kişilerle sınırlamamak da bir seçenekti ve yukarıda bahsi geçen emekçiler de kapsanabilirdi lakin o durumda soruların çeşitlendirilmesi ya da cevapların bütün kaygılardan uzak, gerçekleri yansıtıp yansıtmayacağı endişesi vardı. Soruşturmanın bir tarafında isimler ve unvanlar havada uçuşurken diğer tarafında kimi kaygılar hasebiyle isimler dahi belki silikleştirilecekti. Bu da yapmak istediğim çalışmayı kendi ellerimle baltalamak demekti.
En başa dönüp sadece kendi deneyimimden faydalanamayacağım ya da soruşturma yapamayacağım çok açıktı. Bir yayınevi çalışanı olmanın da avantajını kullanarak çesitli yayınevlerinde farklı iş kollarında istihdam edilen kadınlarla konuşma (dertleşme) ve deneyimlerini gözlemleme şansına birkaç senedir sahip oldum. Yazıyı bunların ışığında oluşturma ve sürdürme kararı aldım.
EŞİTSİZ MEKANLAR
“Kadının yeri evidir,” algısı –birçok etkenin yanı sıra- metropollerdeki geçim sıkıntısının artmasıyla değişikliğe uğradı. Değişiklik diyorum çünkü tam anlamıyla yok olmadığı gibi çalışan kadının “makbul” olabilme kriterleri oluştu. Bunların başında “masa başı” ve/veya “kapalı mekân” olma şartıyla birlikte az kişiyle ünsiyet kuracağı bir iş sahibi olması geliyor.
Yayınevi denilince kitap okunan bir yer canlanıyor zihinde lakin kazın ayağı öyle değil. Çeşitli iş kollarının çok çeşitli mekânlarda emek verdiği kurumlar yayınevleri. Satışta olan kadın arkadaşlar işte “makbul iş sahibi olma”nın dışında kalırken erişilebilirliğiyle birlikte tacize uğrama riski de artıyor. Yani yayınevinde çalışmak ya da satılan ürünün kitap olması bir şeyi değiştirmiyor.
Değiştirmediği gibi, tacizci tarafından kadına böyle bir iş yapıp bu kadar “medeniyetsiz olmak” suçlaması yöneltiliyor. İşi görülsün diye duymazdan gelip geçiştirmek şatıştaki “sahacı” kadınların, sabırları taşana kadar, takındıkları tavrın başında geliyor. İstikrarlı şekilde reddeden kadın kendini kabul ettirdiği anda erkeksileştiriliyor. Başka bir deyişle erkeksileşmeden kendini kabul ettiremiyor. Nitekim erkeksileşmek “erkek muhabbeti”ne dahil olup fiziksel olarak erkeğin yapabileceği her şeyi yapmasını beklemeye kadar varıyor. Dışarıda çalışan kadın “erkekleşme”den kabul görmüyor.
ERKEĞİN KÜLTÜR HALİ
Toplumsal cinsiyet rollerinin ve koşullamaların da etkisiyle erkeklerin yaptıkları işi sunma ve öne çıkma refleksi yayınevi özelinde de değişmeyen bir gerçek. Yaptığı ya da yapmayı planladığı işi sunarken bile belirgin farklılıklar gözlemleniyor. Benzer öğrenimler görmüş, kültürel olarak aynı olan kadınla erkek arasında özgüvenden ya da yaptığı işi sunma pratiklerinden kaynaklanan çok belirgin farklar ortaya çıkıyor. Terfilerde, amirliklerde istisnalar dışında erk egemenliği söz konusu oluyor. Kültürel olarak aynı yerde olan farklı cinsler arasında bir tercih yapılırken öncelik erkeğe veriliyor.
Bu durum “Bünyesinde kadın editör bulundurmayan yayınevleri var,” bilgisinden sonra “kabul edilebilir” olacaktır. Bunu verimlilik, liyakât gibi aslında hiçbir dayanağı olmayan cümlelerle geçiştirirken laf arasında sohbet uzadıkça kadına atfettikleri özelliklerle, ideal editörden beklediği özelliklerin örtüştüğünü fark ediyoruz. Lakin bu farkediş bir şeylerin değişmesi için yeterli olmuyor, olamıyor.
Bir diğer konu erkin kadından en büyük beklentisi olan “güzellik”in büyük bir dezavantaja dönüştüğünü kimi zaman görüyoruz. “Süsüne püsüne düşkün” editörün pek makbul olmadığı, “bakımlı olmak” için harcadığı zamanda “deadline”ını kaçırdığı işle uğraşması gerektiği de yapılan mobbing’ler arasında yerini alıyor. Benzer koşul tahayyül edip “yakışıklı” erkek editörün aynı şekilde geçirdiği teslim tarihini “bakımlı olduğu” için kaçırdığına dair bir imada dahi bulunulmadığını söylemeye bile gerek yok.
YUKARIDAN AŞAĞIYA İKTİDAR
Yayıncılıkta da işler başka bir sektörde olanların dışına çıkamıyor. Birkaç kurtarılmış bölge, istisna kurum varsa da iktidar ilişkilerine kültürel iktidarın da eklendiği yayınevlerinde ilişkiler ideolojilerle degil insani ilişkilerin keyfiliğine ve esnekliğine bırakılmış durumda. Emekçi-işveren iktidar ilişkisinin yanı sıra bir de kültürel iktidardan bahsedebiliriz. Yayınevi kurucusu kadının “yayıncı kadın”lık tecrübesiyle editörünki aynı olmadığı gibi, “editör kadın”ın tecrübesiyle yayınevindeki öteki kadınların deneyimledikleri de aynı değil.
Başka başka vesileler, ortamlar ve şekillerde erk iktidarına maruz kalma oranı ve koşulları değişiklik gösteriyor ve fakat en çok değişmesini istediğimiz iktidarın ta kendisi sabit kalıyor. Yeni olan her şeyi okurla buluşturma elçisi olan yayınevlerinin kendi iç geleneklerinde yeniliğe gidememesi de örtülü ya da açıktan kendini gösteren erk iktidarını kökleştiriyor.