Genç yaşta kaybettiğimiz yönetmen Seyfi Teoman’ın Tatil Kitabı filmini izleyeniniz vardır. Silifke’de geçen hikayede, 10 yaşındaki Ali’nin bu taşra şehrindeki bir yaz tatiline tanıklık ederiz. Çocukluk insanın taşrasıdır sözünü doğrular bir yaz tatilidir bu. Yine en çok çocukları mutlu edebilecek ufku dar bir coğrafyada, baskıcı bir babanın otoritesi altında yaşar Ali. Deli danalar gibi koşup oynama hevesi, ödev olarak önüne koyulan Tatil Kitabı’nın yarattığı gerilim ile tüccar babasının tatili çalışarak geçirmeye zorlaması arasında eriyip gider. Geleceği hakkında karar verecek olan büyüklerdir. Askeri okulda okumaya gönderilmiş olan abisi Veysel’in sivil hayata geçme talebi hoyratça geri çevrilince yüzleşir bu gerçekle Ali. Çocuklar için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu yine büyükler, özellikle de babalar bilir. Onların kurallarına göre ve onların belirlediği zaman bütçesini kullanarak yaşamak zorundadır çocuklar. Farklı taleplerde bulunmak, normun dışına çıkmak, hayatın dışına itilmek, sosyal ölüme mahkum edilmektir. Taşranın tam da böyle bir halet-i ruhiye olduğunu ve coğrafyayla, yaşla sınırlı olmadığını idrak ederiz Ali’nin hikayesini izlerken. Geçmişte normun dışına çıkmaya yeltenmiş ama tutunamayıp taşraya teslim olmak zorunda kalmış Hasan amcanın yaşadıkları da gözümüzün önündedir zaten.
***
Seçim yaklaşırken siyaset konuşmaktan bezmiş olanlar ve yaz tatili yaklaşırken şimdiye kadar okulun oyaladığı çocuklarını nereye gönderip, enerjilerini nelere kanalize edeceklerini düşünenler için çocukluğumuzun yazlarından bahsedeyim istedim. Tatil Kitabı filmi de buna vesile oldu. Velayet-vesayet altında geçtiğini sandığımız ama bir türlü geçemeyen çocukluk ve ergenliğimizin yazları nasıldı diye düşündüm. Tabii ki farklı sınıflardan ve kültürlerden gelen çocuklar için farklıydı yaz tatilleri. Ama ortak özellik, çocuğun yazı nasıl geçireceğine çoğunlukla ailelerin karar vermesiydi.
Bizim çocukluğumuzda, yani 70’ler ve 80’lerde çocuklar henüz birer proje değildiler. Adeta birer zorunluluktular. Karınları tok, sırtları pek olduğu sürece onlar için dertlenmeye gerek yoktu. Hatta mümkünse aile bütçesine katkıda bulunmalıydılar. Bizi oyalayacak çok kanallı televizyon, bilgisayar, internet, cep telefonu ve bu mecralarda çocuk terbiyesi hakkında ayar veren, yol yordam gösteren uzmanlar falan da olmadığından, annelerin sürekli bir şeyler tıkıştırıp dedikodu yaptıkları fakat onlara çok iyi gelen kabul günlerinde uslu bir çocuk olarak köşede oturmak, babanın iş yerine gidip, şimdinin bilgisayarıyla eşdeğer sayılabilecek, herkesin de ulaşamayacağı daktiloya takılan kağıda çok gürültü çıkarmadan bir şeyler yazmak veya kalabalık bir komşu topluluğuyla hamama, alışverişe gitmek çoğunlukla iç karartıcı olurdu. Alternatifi çok azdı. Bunlardan biri Kur’an kurslarıydı.
Bizim şehirli orta-alt sınıf yazlarımız Kur’an kurslarında geçerdi çoğunlukla. Bu kurslar, şimdikinden farklı olarak, dindar nesil yetiştirmenin bir aracı değil, bir tür yaz okulu gibiydiler. Mahalle camilerinin imamları, bizimle fazla mesai yaptıkları için biraz fazla asabi olurlardı yalnız. Ailelerimiz de çok ciddiye almadıkları için eğlenceli bir mekana dönüştürmeye çalıştığımız serin cami avlularında efsanevi uzun sopalarla dürtüldüğümüz çok olmuştur. Kur’an kursları hem annelerimizin bizi başlarından atmalarının bir yolu, hem de modern hayatın geleneği yutmasını önleme çabasının bir ürünüydü.
Kur’an kursundan artan saatlerde sokakta olunurdu. Sokak oyunları binbir çeşit ve çok eğlenceliydi. Ama kızgın yaz güneşinin ağına düşülebilecek saatlerde uykuya yatmak adeta zorunluydu. Bir çocuk için daha büyük kabus düşünülemezdi sanırım. Yatakta dönüp durmaktan kurdeşen dökerken, son yarım saatte uykuya yenik düşmek kaçınılmazdı. Uykuyla uyanıklık arasındaki bunaltıcı dakikalarda aklımıza düşen hâlâ sokakta kalabilmiş haylaz çocuklarla şimdi kilometrelerce uzakta olan yazlıkçı arkadaşlarımız, bize başka ve ulaşılmaz bir dünyanın vatandaşları gibi görünürlerdi. Yazlıkçılık bir kültürdü. Kayış gibi olmuş bir deriyle okula dönen çocuklar, bisiklete binmekten, yüzmekten ve tıka basa yemekten bitap ama mutlu görünürlerdi. Ergenlik döneminde ise sınıf ve mahalle arkadaşlarımız tekne gezileri, sahilde yakılan ateşler ve gitar eşliğinde söylenen şarkıların fon teşkil ettiği yaz aşklarını köpürterek anlatırlardı.
Koca bir yaz tatili boyunca oyalanması gereken çocuğun ana-babası çalışıyorsa o çocuk aile büyüklerine postalanırdı. Büyükler yazlık sahibi iseler veya başka şehirlerde ikamet ediyorlarsa o arkadaşlarınızı yine yaz boyu göremezdiniz. Onlara hem anne-babalarından uzak oldukları için acır, hem de bizden daha renkli bir tatil geçiriyor olduklarını hayal ederek imrenirdik. Özellikle köylere dede-nine himayesine gönderilenler çok mutlu dönerlerdi oralardan.
Henüz sivilleşme hamlesi yapılmamışken orduevleri ve askeri kamplar ayrıcalıklı bir kesimin devam edebildiği yerlerdi. Askeri kamplar, Türkiye’nin en güzel sahillerinde kurulu olur, askeri personelin sınırsız hizmetinden faydalanılırdı. Zavallı erler, subaylar yanında, hepsi birer paşa karısı ve paşa çocuğu kesilen aile bireylerine de dört dörtlük hizmet etmek zorundaydılar.
Memurlar için de yaz kampları vardı tabii. Toplu konut düzeninde ve her şeyin yine bir tür askeri nizamla işlediği kamplarda tatsız tabldot yemekleri yenir, tavla şakırtıları eşliğinde miskinlik edilir, geceleri erkenden uyunurdu. Yazları pansiyona dönüştürülen iptidai okul binaları da bu kategoride sayılabilirdi. Ranzalarda dip dibe yatan, odanın bir köşesine küçük tüp yerleştiren, havluları pencereden sarkıtarak kurutan ve akşamları şortlu-atletli bir babanın arkasına sıralanarak çekirdek çitleyip deniz kenarında turlayan aileler sahil şehirlerinin yazlık nüfusunun önemli bir parçasıydılar.
Yazlıkçı veya pansiyon müdavimi ailelerde kadınlar, özellikle de anneler yeme-içme, çamaşır gibi domestik faaliyetleri aynı hızla sürdürmek zorundaydılar. Pansiyoncular neyse de, yazlık evi olan ailelerin akrabalar ve arkadaşlara da tatil yaptırma zorunluluğu vardı.
Tabii bütün çocuklar için yazları hayat böyle keyfe keder meşguliyetlerle akıp gitmiyordu. Sınıf arkadaşlarımız, komşularımızın veya mahalle esnafının çocukları olan yaşıtlarımız, çoğunlukla da erkekler babalarının dükkanlarında yahut başka mesleklerde çıraklık ederek geçirmek zorundaydılar yazları. Sokak satıcılığı yapanlar da vardı. Özel okul patlaması yaşanmamışken, hâlâ her sınıftan çocuğun bir arada okuyabildiği devlet okullarına dönüşte, yanık tenli gürbüz çocuklarla, “amele yanığı” kavruk çocukları kıyaslayarak yazın onlar için nasıl geçtiğini anlardınız.
***
Onca işin gücün arasında veyahut tam keyif yapacakken ortaya çıkıp mızıldanan, talepte bulunan, ilgi bekleyen çocukları ayak altından çekilsin diye Kur’an kursuna, büyüklerin yanına, uykuya veya sokağa gönderen ailelerle büyümüş çocuklar olarak, şimdi de devleti idare edenlerin ayaklarının altından çekilelim isteniyor. Çekilelim ki, büyüklerimiz devleti layıkıyla ve bildikleri gibi yönetebilsinler. Eh, bitirirken yine siyasete bağlayalım: Uçsuz bucaksız bir taşrada ve bitmeyen bir vesayet altında yaşıyoruz biz, bu ülkenin çocukları.