TÜM YAZILARI
Hukukun sıfır noktası: Terörist!
Birini ‘terörist’ olarak kodlamak, onunla hem bir çatışma ilişkisi tesis etmeye, hem de onu hukukun dışına atmaya imkân tanıdığı için bu kadar işlevsel bir terime dönüştü ‘terörist’. Bu durum, devlet geleneği hakkında da pek çok şey söylüyor aslında. 80 öncesi Türkiye sol hareketleri için kullanılan sistematik sözcük ‘anarşi’ydi; bunun nedeni onları düzen-kuruculuk bakımından kendilerine rakip görmeleriydi.
İdeolojik çağrılmanın ‘sapkın’ bedeni
Gerçekliği değiştiremiyorsanız hikâyesini değiştirin! Eh, ne de olsa yalan ve inkâr üretiminde ihtisas yapmış bir toplumuz. Bu inkâr üretiminde ‘başka türlü’ olan bedenin neyi ve nasıl seferber etmek; nasıl bir öznellik tipini tahkim etmek üzere işlevlendiğini de görmüş olduk. Başkasının cinselliğine yönelik bu tekinsiz ve karanlık ilgi, bu odaklanma neden?
İstatistik diyor ki: Dünyanın gidişatı iyi
İsveçli fizikçi Hans Rosling, somut rakamlar ve istatistiksel bilgilerle insanlığın aslında her geçen gün daha iyiye gittiğini savunuyor. Hans Rosling bu görüşünde yalnız da değil. Doğada kötüye odaklanmak hayatta kalma şansını artırıyor. İyimserliğin ise ölümcül sonuçları olabilir. Bu nedenle binlerce yıl süren evrimin alışkanlıklarından kurtulmak kolay değil.
Demokrasiyi kendisine karşı korumak
Oedipus, bilmesindeki aşırılık jestini bilmemeye yöneldiğinde de tekrarlar; kendi gözlerini kör eder. Bu fazlalık, bu aşırılık dışarı atılmadan bir ‘site’ sembolik olarak mümkün değildir
Kibrinden vazgeçememenin kısa tarihi
Bazen insan gözü mürekkebe değmiş olduğu için bazı densizlerle konuşulabilir olduğu kanaatine düşüyor. Misal, 1915’le ilgili olarak, “Efendim önce Ermeniler saldırmaya başladı” diyenler, kendilerinden son derece emin!
Irkçı fantezi için bazı ölçütler
Irkçı fantezi önce öteki üzerine çalışır; ardından kendine döner. “Onların arzuları, bizim olanı elimizden almaktır” biçiminde başlayan süreç, bu ‘bize ait’ olanın ne olduğu sorusunu doğurur kendiliğinden. Yanıt yine fantastiktir: İşsizliğin, ekonomik buhranların, siyasi krizlerin sorumluluğu da ötekinin, göçmenlerin üzerine yıkılır.
Çelik Fırtınası'ndan 'dijital fırtına'ya
Her çağ kendi içeriğini üretiyor; öyle bastırılmış olanın geri dönüşü gibi bir şey yok. Aksine, bu türlü bir geri dönüş tahayyülü hem döndüğü varsayılan şeye, hem de onu bastırdığı varsayılan şeye, gerçekte sahip olmadıkları bir kudret atfetmek anlamına da geliyor.
Boşluğa dikilen fallik anıtlar
İtirafçılık, tıpkı bir metonimik bir karakter sergiliyor çünkü; yapısal tekrarlarla kendisini hayatın hemen her alanında üreten bir söz biçiminin temel yapısını teşkil ediyor artık ‘itirafçılık’. Ulus Baker’in tarif ettiği biçimiyle ‘sohbet’i baltalıyor bu durum; çünkü muhatabının hakikatini ondan iyi bildiği iddiasına sahip baştan. Ama bu iddia kendi başına yeterli değil; anıtlaştırılmalı!
Büyüler, büyü bozumlar, diğerleri
Geçtiğimiz 10 yılın Türkiye’si birtakım insanlarda ‘peygamberî’ vasıflar görenlerin, gide gide bu imgeyle bir tür devlet arzusunun birleşmesinin bir başka biçimine de tanıklık etti. Öyle ki egemen devlet şiddetini tam da bu birleşme nedeniyle bir tür ‘ilahi’ şiddet olarak kodlamak bile çok zor olmadı pek çokları için. Artık yalnızca can almakla ya da Foucault’nun çözümlediği biçimiyle “hayatta tutarken ruhu ele geçirmeye dönük stratejilerle” değil, bizzat ölümün anlamıyla oynamaya kalkışan nekro-politik bir iktidar biçimi…
Özeleştiri, bildiğin gibi değil
“Özeleştiri vermeliyiz” derken bile bir hesap hatasını saptama arzusunu dışa vuruyor kimi insanlar. “Nasıl oldu da cebimizde bildiğimiz seçmen kaçıverdi?” demenin başka türlüsüdür bu. Kestirmeden söyleyeceğim: Seçmen onuru ile sizin aranızda bir tercihe zorlanıyordu zaten uzun süredir; onurunu seçti.
Hakikat ve haysiyet
Aklıma ister istemez Kürt Sorunu geliyor. Eskiden insanların hakikati bilmedikleri için böyle inandıklarını, düşündüklerini söylerdik. Şahsen pek çok kişisel konuşmada söylemişliğim var bunu: “Ama gerçekte neler olup bittiğini bilmiyorsunuz!” Eh, artık her şey herkesin gözleri önünde olup bitiyor.
Tiran kişilik üzerine
“Uykuyu öldürdü” der Shakespeare Hamlet için. Çünkü ölüler yakasını bırakmaz. Güvensizlik, korku, endişe… Diktatör kişiliğin psişik düzeydeki bütün haklılık ve meşruiyet öğeleri hazırdır artık. Çözümü daha çok öldürmektir; ta ki kendisi de öldürülünceye kadar. Tutkusuyla deliren bir tiran kişilik…
Törless’ten öte, yasadan beri
Siyaset teorisyenlerinin siyasal teorinin terimleriyle kavrama gayretinde oldukları ‘istisnayı’ arzunun terimleriyle de düşünülebilir kılıyor Musil. Ve adeta şunu söylüyor: Olayın öncesinde, neyin iyi ve neyin kötü olduğunu kavramamıza ve başından iyiyi ya da kötüyü seçmemize olanak sağlayacak etik bir uzamımız yoktur. Ortada kendisi de suçlanabilir durumda olan bir kurban yoksa etik bir uzam da açılamaz.
Narsistik öz-yıkım ve faşizm
Gökalp’in halet-i ruhiyesi, tutulamamış bir yası, yası asla tutulamayacak bir yıkımla -1915- örtmeye yöneltmişti onu. Narsistik saldırganlık böyledir biraz. Talat Paşa, Gökalp’e “Buyruk kişisel ahlakın, talimat da ülkündür” derken tam olarak bunu ikrar ediyor değil midir?
Bir Cem Yılmaz filmi ?
Simgesel sermayeniz ne kadar yüksek olursa olsun, onun da bir enflasyonu vardır. Kolektif fantezileri canlı tutmaya dönük simgesel seferberliklerin yetmez olduğu bir nokta elbette var ve o eşik de geçildikten sonra aleni yalanlar devreye girer. Manipülasyonun adeta ikinci bir doğa halini aldığı bir toplumsal uzamda artık manipülasyonu mümkün kılacak bir omurga da kalmaz.
Hiçbir şeyden haberimiz yok henüz
Her seferinde seferber edilen şey Kürtlere yönelik güvensizlik, kuşku… Üstelik Kürtler diye homojen bir özne varmışçasına bir tahayyül hali söz konusu. Düşünsenize, İslamcı-milliyetçi iktidar tam ‘take-off’ yapacak, bunu ‘dış güçlere’ aldanmış Kürtler engelliyor.
Sefilliğin politikası
Kristeva, sefilleştirmenin içerisinde bizzat varlığa yönelik karanlık ve şiddetli bir isyanın söz konusu olduğunu belirtiyor. Bir tür nihilist bir isyan… Bu isyan, gerçekte bir kimsenin bizzat kendi varlığında söz konusu olan bir kayba dayanıyor. Gerçekte bir eksikliğin ürünü olan sefilleştirme edimi, bir başkasına yöneltilerek dışsal hale getiriliyor.
Kaldırılamayan cenazeler ülkesi
Olan bitene ilişkin haberleri ilk işittiğimde, verdiğim tepki, “E ama bu cenazeyi kim kaldırmış?” oldu. Nasıl bir hınç söz konusu olmalı ki ‘cenazeyi’ unutup histerik bir lince koşabiliyor birileri? Yıllar önce, Taybet Ana’nın cenazesi hâlâ Cizre sokaklarındayken, Ankara’daki bir gerginlikte, sözün bir ağırlığının olabileceği yanılgısına da kapılarak, “Yahu ayıptır! Cenazelerimiz hâlâ yerdeyken utanmıyor musunuz?” gibisinden bir şeyler söylemiştim.
Köken ve faşizm
Bütün dillerin kökeni olan dili konuşmaya ramak kalmışken, Veronica korkunç yaşlanmıştır. Profesörün onu bir kere daha konuşmaya zorlaması, onun ölmesi anlamına gelmektedir. Profesörün, kendisi üzerinde deney yapmak isteyen Nazilerden sürekli kaçış hali içinde oluşu da –olaylara damgasını vuran arka plan– eklenince, köken takıntısıyla faşizm arasındaki ilişkiyi berrak bir biçimde ortaya koyan bir metafor…
Ey Xûde, edî bese lo!
Yalnızca hayatta kaldığımız için bile suçluluk duyduğumuz bir dönemde, elbette açlık grevindekilerin ne iradesine, ne de kararlılığına bir şey söyleme hakkımız var. Ama… insana yüklenmez yüklerin altında da boynumuz belimiz büküldü son birkaç yılda. Ne diyeyim? Kurbanınız olayım bizleri bir de açlığınızın, ölümlerinizin imtihanıyla sınamayın.
Korkunun Irmağında: 90'ların Diyarbakır'ı
Suzan Samancı’nın ilk romanı "Korkunun Irmağında" doksanlı yıllarda OHAL'e maruz bırakılmış, Doğu ve Güneydoğu’nun iç savaşı andıran çatışmalı sürecinde bölgenin önemli kenti olan Diyarbakır’da yaşanan şiddet ve korku atmosferini, “isimsiz ana karakter, Yekta, Kendal ve Dara” üzerinden tarihsel bir dokuyla sunar. Bilincin yarası yüreği acıtsa da “Dudaklarımızda korkuya meydan okuyan ıslık vardı” der Samancı...
Tarih, savaşlar, fırsatçılıklar
Toplum mühendisliği, ittihatçılık gibi terimler, örneğin Balkan Savaşlarını da göz önüne getirse ne olurdu? Acaba İttihatçıların “zor yoluyla” Türkleştirme ve asimilasyon politikaları için tersinden de olsa “Allah’ın bir lütfu” olduğu da görünür olabilir miydi? Bu lütfun 1915’e giden yolun bir anlamda başlangıcı olduğu?..
Demirtaş’ın büyük becerisi
Demirtaş’ın en büyük farkı ve becerisi, emretmeyi ya da yaltaklanmayı değil, ikna söylemini Türkiye siyasetinin kalbine taşımış olmasında yatıyor. Bu kadar eksikliğini duyuyor olmamızın nedeni de bu.
Düğümler, fanteziler, gizemler
İdeolojik bir anlam alanına tutarlılığını veren şey nedir? Gösterenlerin istikrarsız olduğu, sürekli anlam kaymalarına meyilli olduğu bir durumda, bir ideoloji kendi tutarlılığını nasıl sürdürür? Ya da soruyu başka türlü sorarsak, bir söylem kendi ‘kararsızlık uğraklarıyla’ karşılaştığında söylemin bunları kuşatma biçimi bize ne söyler?
Faşizm ve gerici modernizm
Modern milliyetçiliğin kültürel sistemi ile modern teknolojinin bütünleştirilmesi olarak görülebilir gerici modernizm. Bu bütünleştirme, elbette ırkçı-milliyetçi sistemin akılcılık karşıtı ve romantik boyutlarını iptal etmez. Gerici modernistler, sağcılığın geçmişe dönük pastoralizmini birleşik, teknik ve ekonomik bakımdan güçlü bir ‘millet’ hayaline dönüştürürler.
Anksiyetik toplum, anksiyetik erkek
Bir olay bastırmayı çağırıyor ve bunu süreklileştirmeyi vaat ediyorsa, oradaki söylemin amaçlarına, iddialarına, taleplerine ve ‘başarılarına’ damgasını basmış olan şey anksiyetedir. Bu türlü bir iktidar söylemi içerisinde kendisini otoritenin öznesi olarak sunan şey, gerçekte özgün otoriteden ve bu otoritenin görünürlüğünden taşan bir arzudur.
Buğday ya Esedullah!
Yanıt imkânlarını açar Dersim. Çünkü orada ‘kutsal’ henüz yeryüzünü terk etmemiştir. Biraz teorikleştirme pahasına… Genel din tarihini, ‘kutsal’ın çok ağır işleyen bir süreç içerisinde yeryüzünü terk etmesinin tarihi olarak da okumak mümkündür: Hemen yanı başımızda olan, sürekli bir etkileşim içerisinde bulunduğumuz bir ‘öte dünyanın’ önce bir ‘öteki dünya’ya dönüşmesi; ardından tek-tanrının mutlak iktidarında kutsalın yeryüzünden çekilmesi ve bunun ardından da Weber’in ifadesiyle dünyanın büyü bozumunun gerçekleşmesi.
Suç ve kefaret
Pek çoklarının sandığının aksine, suç, hukuksal bir kategori değil, etik bir kategoridir ve egemen hukuksal biçimlerin bir başarısı da etik bir kategoriyi kendi envanterlerine kaydedebilmiş olmalarında yatar.
Anayasal iktidar, anayasama iktidarı
Anayasal iktidarın içerisine çeşitli biçimlerde sızan, fakat dışarıda, geride durması gereken anayasama gücü ya da kurucu güç, bir zaman sonra ipleri bütünüyle eline alır. Bu da Devleti sürekli kurulan bir şey haline getirir. Bir türlü kurulamayan ama sürekli kurulmakta olan bir Devlet siyasal vasfını yitirir; hem amacını hem de aracını kendi içinde taşıyan bir salt zor ve şiddet aygıtına dönüşür.
Suçluluk çağı
İyi olmamanın değil, yeterince iyi olmamanın acısı fena çıkarılır insanlardan. Bir ortak zevk alanına yapılmış bir çağrıyı reddetmeniz bile yeterlidir bu kolektif histerinin hedefinde kendinizi bulmanız için. Elbette pis bir asimetrik ilişki de varsayılmaktadır bu acı çıkarma histerilerinde; pis, kokuşmuş bir iktidar ilişkisi…