Beyhan Sunal

bsunal@gazeteduvar.com.tr
TÜM YAZILARI
Niye bu kadar bağırıyorlar? Sistemleri yama tutmuyor. Bir yerden bastırmaya çalışırlarken başka bir yerden patlıyor. Adına güç dedikleri o kabuk kuruyup içine doğru çöküyor. Herkes onların sesini duyuyor ama kimse onları dinlemiyor. Kimse onları sevmiyor. Yeni, samimi, yaratıcı bir çift laf koltuklarını sallamaya yetiyor.
Metrodaki tacizci, anlatılan senin hikayen! Erkekler etraftakilere hissettirmeden, sinsice taciz etmekte ustalaşırlar, kadınlarsa o sinsilikleri geçiştirme taktiklerinde. Taciz sadece bir rahatsız etme durumu değildir, taciz edilen kişinin nesneleştirilmesidir ayrıca. Bu yüzden politiktir. Kanalıma, mutfağıma hoş geldiniz… Erkekler kadınları eve kapatmışlardı. Hayatın merkezi evdi, onu örgütleyen de kadındı. Ama parayı getiren erkek olduğu için kuralları da erkek koyuyordu. Emeklilikte ise tüm denklemler değişiyordu. Bütün hayatın kadının üzerinden örgütlendiği evde, yumurta kırmayı bile beceremeyen erkekler kadınların görünmez emeğinin gücü ile karşılaşıyorlardı.
Her şeyi konuştuk Ahmet Tulgar'la, ölüm hariç Devrim yapmak değil devrim olmak, edebiyat yapmak değil yazmak, ünlü olmak değil imzasının hakkını vermek… Tulgar böyle bir insandı. Zehir yoktur, öldürücü olan dozdur Sonra bir gün çok basit isteklerimiz oluyor; o saatte servise binmek ya da karda çamurda işe gitmek istemiyoruz. İşe giderken o kadar resmi giyinmek rahatsız ediyor, sırf diploma için eğitim almak anlamsız geliyor ya da sevmediğimiz bazı insanlarla her gün aynı mekanda olmak sıkıcı geliyor. Yaşlıları ne yapacağız? Yaşlılar yalnız kaldılar; evlerinde, odalarında, yoğun bakım servislerinde, huzur evlerinde… Çocuklarının, torunlarının hayatında yer edinemediler. Gençler yaşlıları yük gibi görür oldular. Onlarla ilişkileri daha çok hastaneye götür, ilaçlarını al, ihtiyaçlarını karşıla gibi sorumluluklar üzerinden gelişti. İşte o zaman yaşlılık korkulacak bir şey haline geldi. Bir gün teşekkür edeceğimiz bir hayat yaşayabilecek miyiz? Yanında bombalar patlayan bu dünyaya çocuk getirme cesaretine ya da fırsatına sahipken, birileri oralarda hala şiirler yazıp filmler çekebiliyorken, aşık olabiliyor, dostluklar kurabiliyor, belki en küçük fırsatta büyük sofralar kurabiliyorken… Biz neden direnmeyelim? Biz neden tüm bu kötülüklere daha da içimize kapanmak yerine göğsümüzü siper ederek yanıt vermeyelim? Hepimiz boyun fıtığı olacağız Ekran denen şeyle televizyon sayesinde tanıştık. Aslında hayatın olağan akışına aykırı bir şey olduğunu o zaman anlamalıydık. Cep telefonları o ekranı elimize verdi ve bizi dış dünyaya saldı. Üstelik o ekrana onlarca işlev yükledi. Biri olmasa öbürü için gözümüz kayıyor ekrana. Yasımı tutuyorum, öyleyse iyiyim Öyle görünüyor ki yas sürecinde hepimiz biriciğiz ve hepimiz biraz yalnızız. Kendi yasımızı kendi bildiğimiz gibi, kendi duygularımızı anlamaya çalışarak ve yüzleşerek yaşıyoruz. Öğrenilen bir şey ama öğretilen bir şey değil yas. Umursayanların yetkisi yok, yetkisi olanların dünya umurlarında değil Matrix’in bir yüzünde dünyayı umursayanlar var. Diğer yüzünde Süleyman Soylu gibi bakanlar, Devlet Bahçeli’nin gözünün içine bakan bürokratlar, Tayyip Erdoğan’ın sözünden çıkmayan yetkililer. Ürkütücü mü evet, iç karartıcı mı evet, umut kırıcı mı ona da evet… Ama sadece bir yüzüne bakarsak. Matrixin diğer yüzünde başları dik, alınları açık, kalpleri temiz, kendilerinden razı, vicdanları rahat insanlar var. Koca bir ülkenin aklıyla alay edemezsiniz Yüzümüzü kadın hareketine döneceğiz. Tüm sorularımızın yanıtları orada çünkü. Kadınlar yıllardır bunları neden yaşadığımızı anlatıyorlar ve önlemek için neler yapabileceğimizi. Kadınlar akıllarıyla, sabırları ve sebatlarıyla buradalar. Dışı seni içi beni yakar… O küçük çocuğun büyümüş haliydi belki de adam. Sünnet olduğunda bir taht üstünde bir düğün salonunda erkekliği kutsanmış, bir kadınla sevişince milli olduğu için yüceltilmiş, bir takım uzuvlarla tanımlanan cinsiyeti nedeniyle her şeye hakkı olduğuna ikna edilmiş adam erkeklik kalkanının arkasına çekilmiş yaşayıp gidiyordu. Dedektif dizilerini neden seviyoruz Dedektifleri değilse de dedektif dizilerini severiz, çünkü suçlular her zaman yakalanır, cezasını bulur, adalet her zaman sağlanır. Adaletle aramızdaki bağ, kurgu da olsa, bir dizinin 50 dakikası içinde yeniden tesis edilir içimizde bir yerde. Böyle olmalı, olabilir deriz.  Elimize iğne batsa canımız orda Ortadoğu artık her yerde. Savaşın haberinden, bilgisinden, görüntüsünden kaçamıyoruz. Öyleyse anlamaya mı çalışsak, her gün tepesine bomba yağanların yaşadığı isyanı, acıyı, kendi hayatlarımızın tüm bunların yanında nasıl bir konfor içerdiğini...  Ağrı eşiğim düşükmüş, öyle dediler Sızı da ağrı kadar insanı acıtan bir şeymiş. Daha ince, daha sinsi üstelik… Yanma, iğne batması, derinin incelmiş olduğu hissi… Sanki yüzeye yayılmış bir acı. Dokunsan acıyor, dokunmasan acıyor, sarmalasan, üstünü açsan, soğutsan, ısıtsan… Bedenim ağlıyor sanki. Susmak bilmeyen bir çocuk gibi. İncinmiş ve ne zaman susacağına kendisi karar verecek. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! Şiddet “kaynayan kurbağa” anektodunda olduğu gibi yavaş yavaş ısınan bir baskıdır. İlgi, sevgi, şefkat boyutunda görünmeye başlar, kontrol, baskı, duygusal ve fiziksel şiddet olarak evrilir. Erkeklerin babalıkları, anneliklerin kadınlıkları Anneler Günü’nde anneler kadınlıklarını, Babalar Gününde erkekler babalıklarını hatırlıyorlar. Birer klişeye dönüşmüş, tüketim çılgınlığının vesilesi olmuş bu özel günlerin hiç olmazsa böyle bir faydası oluyor. Anneler ağız dolusu gülebiliyor, babalar uluorta ağlayabiliyor desek yanlış olmaz sanki. Whatsapp'tan kurtuluş yok mu? Ya hep beraber ya hiç birimiz! Her an her yerde ulaşılabilir olmak aslında tam da özel hayatımızın sınırlarının kalktığı anlamına geliyor. Whatsapp bunun en belirgin özelliği. İş saati özel yaşam ayrımını, kamusal alan özel alan sınırını ortadan kaldırıyor whatsapp. Mesaj gönderenin beklentilerini yükseltirken, mesaj alanın hayatını kısıtlayan bir uygulamaya dönüşüyor. Allah herkese kedi uykusu rahatlığı versin Kediler açgözlü değillerdir. Anlık yaşarlar, karınları doyunca kalan yemeği saklamazlar. Buzdolapları, banka hesapları, kirli çıkıları, kilerleri yoktur. Stoklamazlar, biriktirmezler. Kediler sokağa balgam tükürmezler mesela. İnsanların paralarını alıp küçük teknelerle ölüme terk etmezler. Savaş çıkartmazlar. Daha çok canlıyı bir seferde öldürmek için silahlar icat etmezler. Neden bu kadar çabuk yoruluyoruz? Yorgunuz evet, bıkkınız, öfkeliyiz. Buna hakkımız da var. Ama artık ezberimizi bozalım, yorgunuz demekle bir yere gidemediğimizi fark edelim. Şarkıda dediği gibi "Yıkıntılardan ayağa kalkışı ayırabilmeyi" öğrettiği için hayata teşekkür edelim: Gracias A La Vida! Anneler Günü mü dediniz? Annelik kisvesi altında kölelik, cefakarlık, fedakarlık kisvesi altında kadının kendinden vazgeçmesi bekleniyor. Anneliğin kutsandığı ülkede anneler hırpalanıyor, öldürülüyor, görmezden geliniyor. Oysa bu ülkenin en büyük muhalefetini kadınlar örgütlüyor. Meclis koridorlarında nöbet tutan kadınlar, yasal ve sosyal haklarından vazgeçmemek adına birlikte davranmayı sürdürüyor. Dayanışmayı, desteği elden bırakmıyorlar. Karnında değil kalbinde büyütenler Yağmur ve Deniz’in sevgisi kısa zamanda bambaşka bir bireye dönüştürdü Ozan’ı. Kendini güvende hissedince bir çiçek gibi yaprak yaprak açtı. İyiliği, şefkati, çocuksuluğu, çalışkanlığı ve zekası ortaya çıktı. Kolayca öğreniyor ve uyum sağlıyordu. Yağmur ve Deniz ile 2.5 yıl kaldı Ozan. Sonra annesi çıkageldi. Yoksulluktan mı utanmalıyız, iyilik yapmaktan mı? Deniz yıldızı hikayesi iç rahatlatan bir şükür ve yetinme duygusu değil, her med cezirde o kıyının deniz yıldızlarıyla dolu olduğu gerçeğini hatırlatır daha çok. Med cezir önlenemezse herkesin yorulacağını, kayıpların yaşanacağını, deniz yıldızlarının bir çoğunun kurtulamayacağını fark edersiniz. Havucu tüküren erkekler Toplumsal cinsiyetin size atfettiği yüklerden kurtulmak özgürlükse, dayanışmak, paylaşmak, eşit ve insanca ilişkiler kurmak da güvenliğin ta kendisi. Boğazınıza dizilmiş bir havuç var, onu tükürmek sizi özgürleştiriyor, nefes aldırıyor, rahatlatıyor.   Ekran bağımlılığı çocukların mı büyüklerin mi sorunu? Çocuğunu parkta sallarken, toplu taşımada bir yerden bir yere giderken, yemek yedirir ya da yerken gözünü telefonundan ayırmayanlar… Görülmeyen, duyulmayan, bağ kurulmayan çocuklar. Ya da yük gibi görünen, geçiştirilen, aksesuar muamelesi yapılan çocuklar. Şimdilerde o cep telefonları ve küçük tabletler çocukların da ellerinde. Ağlamasın, uslu dursun, oyalansın diye ekranla zapt edilen çocuklar var bir de. 'Keşke Vanlı olsaydım' diyenler el kaldırsın Üç gündür seçilmiş belediye başkanının mazbatası için meydanları, sokakları dolduran halk, bu sabah, bu kez temizlik için yollara dökülmüştü. Kentliler tıpkı sandıkta kayyıma yaptıkları gibi, sokakları da silip süpürdüler, yeni başkanla tertemiz bir başlangıç yaptılar. Başkan onların başkanı, kent onların kenti. İstanbullu yatıp ölsün mü? Biz İstanbullular adeta bir saatli bomba üzerinde oturuyoruz. Ve anlaşılan yazmak, çizmek, uyarmak, korkutmak işe yaramıyor. Yerel ve merkezi yönetimleri bu konularda harekete geçmeye zorlamak, İstanbul’u ve Marmara’yı rantçı müteahhit yaklaşımından kurtarmak gerekiyor. 'Bekar anneler vardır!' Şimdi boşanmış ve çocuklu kadınlar, kadın mücadelesinin yeni bir kolu olarak örgütleniyorlar. Öncelikle dili sorguluyorlar. “Dul ve çocuklu kadın” değil, “bekar anne” diyorlar kendilerine. Bekar Anneler Derneği, çocuklarının mutsuz bir ortamda büyümemesi için bir karar verip pek çok zorluğu da göze alan kadınların dayanışması için kuruldu. Siz hâlâ Nuri Alço şakalarının komik olduğunu mu düşünüyorsunuz? Cinsel istismara ya da saldırıya maruz kalmak kadınların suçu değil, kaderi de değil. Hiçbir kadın bunu geçiştirmek, görmezden gelmek, bu konuda kendisini suçlu hissetmek, korkmak ya da travmalarıyla tek başına boğuşmak zorunda değil. Televizyon bizden hikayelerimizi almaya çalışıyor Televizyon artık ilgi çekerek, coşturarak, eğlendirerek ya da oyalayarak bizi karşısında tutmaya çalışan bir araç. Bir ortalamalar dünyasına teslim olmamız, herkes gibi düşünmemiz, sürekli ekranın başında oturmamız, önümüze çıkan her reklamı izlememiz, ekranda söylenen her şeye inanmamız bekleniyor.