Burcu Aktaş

bu.aktas@gmail.com
TÜM YAZILARI
Müteahhit, güzellik furyası, Tomris Uyar Tomris Uyar vaktiyle öyle tespitler yapmış ki, o günlerden bugünlerin ucunu sıkı sıkı tutmuş. 1978 yılında kutu oyunlarının toplumsal değer ölçüleriyle taban tabana zıt düştüğünü söylüyor. Hapse giren bir müteahhitin elli lira gibi gülünç bir ceza ödeyerek, iki el oynamayarak ya da şans kâğıdının gelmesini bekleyerek hapisten çıkabildiğinin altını çiziyor. Yahut 1980’lerde egemen olmaya başlayan güzellik ve sağlık furyasını can alıcı bir yerden tartışıyor. “Yeni ırkçılık” olur mu?
Sağanak gibi karakterlerin yazarı Edebiyatında sevgiyi daima izlek olarak kullanan İrfan Yalçın, sevgisizliğin ayyuka çıktığı günlerde aramızdan ayrıldı. Onun eserlerinde sevgi, yüreğe her zaman takılması gereken bir çelmedir. Tolstoy’suz aile çay bahçeleri İstanbul’un çay bahçelerinde her mutsuz ailenin kendine özgü mutsuzluğu var mı emin değilim. Tüm mutsuzluklar birbirinin aynı sanki. Konuşmalardan anlıyorum bunu. Verilemeyen ikinci siparişlerden, beraberinde getirilmiş atıştırmalıklardan, çocukların isteklerinin duymazlıktan gelinişinden... Ama en çok da iyi maskelendiği düşünülse de apaçık ortada olan o dipsiz depresyondan...
Kısmet meselesi Bugün, Kısmet’in dünya seyahatinden dönüşünün yıldönümü. Elli dokuz yıl önce Boro’ların arkalarına sadece rüzgârı alarak çıktıkları bu yolculuk, insanın doğayla kurduğu ilişkide ‘yeteri kadar’ı hâlâ mükemmelen temsil ediyor. Okul yalnızlığı, dışarda bırakılan çocuk ve bir öğretmen Okul yalnızlığı bizimki gibi ülkelerde eşitsizliklerle besleniyor, semiriyor, sonunda ötekileştirmeye evriliyor. Hoşça kal imkânlar âlemi Yakup Kadri’nin gençlik hatıraları aklına üşüştüğünde onların içinde kaçırılmış fırsatlar, erişilmemiş amaçlar gördükçe canı sıkılır. Nurullah Ataç gençlik için imkânlar âleminin var olduğunu ve onların buna inanmakta haklı olduğunu düşünür. Bugün gençlerin çoğu yaklaştıkları anda kaybolacak bir imkânlar serabına bile sahip değil. Sorun hâlâ pek insanca olan düzen John Berger’a göre hayvanlarla ilişkimizin mezar taşı hayvanat bahçeleridir. Berger’ın yaklaşımını kerteriz alırsak bir ilişkinin hep “insanca” talep, istek ve ihtiyaçlarla tüketim üzerinden sürdürülmesi hayvansız dünyanın yerini gitgide sağlamlaştırması demek. İnsanlık uzun zamandır hayvanlarla, onlar insanileştiği noktada duygudaşlık kuruyor. Yaşamla memnuniyet bağı Yaşamla ilişkisini beğenilme üzerine kurmayan biriyle karşılaştınız. Üstelik kendinden memnun. Bir de günümüzün tüm araçlarından azade yaşamıyla; edebiyatın, müziğin hatta mutluluğun aşınmayabileceğini gösteriyor. Şaşalarsınız tabii. Buyurun o zaman, Hirayama’yla tanışın. Salâh Bey’in 24 ayar altınları Edebiyatımızın 24 ayar altınıdır Salâh Birsel denemeleri. Onları okudukça denemeci adı verilen bambaşka bir varlık olduğunun ayırdına varır insan. Ve şimdi Salâh Bey’in altınlarını yastıkaltından çıkarmanın tam zamanı. Evet, tam da üslubu kıt bu günlerde. ‘Şu insanlara hiçbir şey çok değildir’ Bu cümleyle yaşama layık oluşumuza göz kırpar Sait Faik. “Şu insanlara karanlık çok bile!” diyenlere karşı çıkar. İnsana karşı iştahlanması, sevgiden heyecanlar yaratıp kendini büyülemesi, sevincin ve hüznün pırıltısını keşfetmiş olması onu okuyana da yaşamak hevesi verir. Gevezeler, hırsızlar ve yüz karası Italo Calvino’nun tüm metinleri arasından sıyrılıp bir tanesi kendini hatırlatıyor. Şu herkesin hırsız olduğu ülkenin hikâyesi... Çürümüş her sistemde, çürüyen her ülkede kaçınılmaz olarak biri diğerinden, diğeri ötekinden çalar. 'Beethoven hatası' Ludwig van Beethoven’in muhteşem müziğini dinlerken kimin aklına bestecinin toz içinde, leş kokulu, ısınmayan dairesi geliyor ki! Harika şeylerin acayip koşullar altında oluşabileceğinin örneği bu. Geçen hafta kaybettiğimiz Primatolog Frans de Waal, evrim üzerine yazanların “Beethoven hatası” yaptığını saptadı. Acımasız doğal seçimin sadece zalim mahluklar üretmeyeceğine barışçıl bonoboları hatırlatarak dikkat çekti. Biyolojik mirasımızın ortaklık ve empati kısmına ayna tuttu. Çağın beli bükük insanları Yıldız yağmuru altında karınlarını doyuran kahramanlar, kötülüğe düşkün tanrılar ve gök kubbeyi sonsuza dek omuzlarında taşıyan Atlas… Alışageldiğimiz anlatılar! Jeanette Winterson’a kulak vermenin zamanı geldi de geçiyor. Dünyanın tüm yükünü taşıyan Atlas artık sadece ve sadece özgürlüğü tartışmalı. Baharın göz kırpması Soğuk ortadan tam çekilmese bile, gün, ışık ve güneşle doldukça baharın bir eşitlik getireceği duygusu insanın içini kaplıyor. Birinci cemre bahara en çok yakışan şair Metin Eloğlu’na düşüyor. İkincisi bir ayrıntıya, üçüncüsü Dümen Sokak Dümen Apartmanı’na. Sen benimsin, benim! Düzeni temsil edenler iyelik eklerine bayılırlar. İşçimiz, madencimiz, evladımız, kadınlarımız... Sanki sahip oldukları eşyaları sayar gibidirler. Birey yoksa olay da, ihmal de, hak da yoktur. Böylelikle yıkımlar, ölümler geride kalıverir, hesap da sorulmaz. Dünya uzaklaşıyor, Ay yaklaşıyor Jules Verne’in Ay’a Yolculuk’undan yirmi yedi yıl sonra yayımlanan bir minik kitap. Eski kaptan, jeolog, arkeolog ve illüstratör olan yazar Arthur de Ville d’Avray sert geçen kış gecelerinde çocukları etrafını sarmışken, onların gözü önünde yaratmış bu hikâyeyi. Şu edebiyatı nereye koyacağız? Okurluk tecrübesi yetersiz yetişkinler edebiyatı çocukların hayatına yerleştiremiyor. Ama cüretkâr ve iddialılar. Çocuklar adına en doğru seçimleri yaptıklarını düşünüyorlar, cümleleri cımbızlıyorlar, keyif için okumaktan alıkoyuyorlar, yazarlarla ilgili yargı dağıtıyorlar ve yalnızca kendi doğrularını görmek istiyorlar. Eskiyen giysiler, çürüyen insanlar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ı da, Oktay Akbal da insanın bitmeyen hesabını eskiyen ‘giysiler’ üzerinden anlatır. Eşyalar eskimek nedir bilirler, ya insanlar? Zamana yenilmeyi bilmeyenlerle yaşıyoruz, onları izliyoruz. Akbal’ın dediği gibi “çürümüş, bitmiş insanlar bu halleriyle ortalıkta dolaşırlar, gururla, övünçle, kendilerini bir değer diye kabul ettirmeye kalkışarak!..” Yoksul ve daha yalnız Pangaltı, Eşref Efendi sokakta yaşayan, on dört çocuklu Budak ailesiyle 1956’da röportaj yapan Orhan Kemal’in izinden gidip bugün aynı sokağa bakınca uçtan uca bir acı gerçek görünüyor.   Açık pencere Yıl biterken zoraki bir umut avına çıkacak değilim. Ancak boğucu ortama pencere açmaktan başkası anlamlı gelmiyor. Açılan pencerenin ardında kara bir gökyüzü, fırtına beklese bile... Gazete Duvar okurlarının edebiyat tutkularına güvenip bir yılbaşı öyküsü bırakıyorum buraya. Bizim gibiler Nil Burak söylüyor, komşum dinliyor. Ben Nermi Uygur okuyorum. “Karşılıklı bir varoluştur komşuluk” diye düşünürken saçlara aklar doluyor, felek tokadını bizim gibilere saklıyor. Peki kim bu bizim gibiler? Evden kaçan kediler Kediler arasında evlerinden kaçanlar bambaşkadırlar. Büyük bir maceranın öznesi olmaktan çekinmez, sevgiyi tek bir yerde aramaz ve sevgiyi koşulla sunanlara itiraz ederler. Nahid Sırrı Örik de Buldum adlı kedisiyle yaşadıklarından sonra sevgiye dair esaslı bir ders alır. Evden kaçan kediler insanın tahakkümünü, hadsizliğini anlatır. Nörolojik felaket Oliver Sacks’a göre, dijital hayatın ayartılarına karşı bağışıklık geliştirmemiş, her şeyin eskiden nasıl olduğuna dair kişisel bir anısı olmayan, sosyal medya çağına gömülmüş insanlar, devasa ölçekte bir nörolojik felaketi andırıyor. Herkes adına bir iç dökme Huzur Sokak’tan Perihan Sokak’a dönen köşenin başındaki apartmanda, giriş kattaki dairenin camına, koca bir kartonun üzerine düzgün bir el yazısıyla yazılıp yapıştırılmış bir not: “Hepimizin tedaviye ihtiyacı var.” Tek bir cümle herkes adına iç dökme olabilir mi? Kalabalıklara küs ölenler, bir de İlhan Berk Kimi için Orhan Veli’nin kimi için Sevgi Soysal’ın öldüğü aydır Kasım. Benim içinse Kasım, İlhan Berk’in doğmuş olmasıyla anlam kazanır. Ne diyordu şair, “Eski Ege’de kulakvermediler diye sözlerine/Küs öldü, derler, Herakleitos kalabalıklara.” İşte o Herakleitos’un yasını tuttuğum ve şairimin doğumunu kutladığım bir ay geçiririm. Kanunsuzluğun tamiri uğruna Nâzım Hikmet’in açlık grevi, büyük bir şairin bireysel direnişinin yol açtığı toplumsal dalgalanmanın, canını ortaya koyarak bazılarının gözlerini açmasının, bazılarının da her şeye rağmen hiç açılmayacak gözlerinin özeti gibidir. Onlar mazilerini bir cennet olarak hatırlamayacak Günümüz gençleri gıda, iş, okumak, barınmak ve özgür bir yaşam için verdikleri bitimsiz mücadeleyi ya da başka ülkelerde hayat kurma çabalarını hatırladıklarında kabul edelim ki ruhlarına nice yara açan o günleri özlemle anmayacaklar.  Doğru dilimizin ucunda Bu işin doğrusu bir gün ortaya çıkacak düşüncesiyle artık daha da sık karşılaşıyoruz. Herkes doğrunun zuhur etmesini bekliyor adeta. Oysa ki doğru öyle kendi kendine gelmez. Onu bekleyenler büyük bir yanılgı içinde. Nermi Uygur’un dediği gibi, “Bir dil kuruluşudur doğru, konuşan insanın dile-getirmelerinde gerçekleşir ancak. Doğru gerçekleştirilir.” Marcovaldo benim! Italo Calvino, sanayileşmiş büyük şehirde yaşayan işçi Marcovaldo ve onun öyküleri üzerinden bize kent masalları anlatır. Yaşananlar bir dizi ekolojik alegoridir. İnsanın ihtiyaçları ve arzuları ile kent ve doğa arasındaki çatışma Calvino’ca arzı endam eder. Unutulmaz karakter Marcovaldo’nun yazıldığı 1950’li yıllardan bu yana kim bilir kaç kişi, “Marcovaldo benim” diye aklından geçirdi. Suç işlememişlerin gücü Bugünü okurken egemenlerin gücüyle büyülenmek ya da ezilmek yerine suçsuzların gücünü hatırlamalı.