Burcu Aktaş

bu.aktas@gmail.com
TÜM YAZILARI
Nasıl başlar her şey? Brezilyalı yazar Silvana Tavano şöyle diyor: “Neyse ki pek çok şey, sadece bir arzuyla başlar: Bir sır, hiçbir şey anlatmamayı seçtiğimizde başlar… Bir dostluksa her şeyi anlatmak istediğimizde.”
Yoksul bırakılmışlığın kışı Kış geliyor. Yoksulluğun değil yoksul bırakılmışlığın kışı… Sonu elektrik sobasından çıkan yangılara, kartonla kapatılmış camsız pencerelere, duvarsız evlere, rüzgârı dinmeyen barakalara çıkacak bir kış. Bozuk düzeni kuranlar ise paltoları üzerlerinde, kaşkolları boyunlarında, elleri ayakları sıcacık, bu “son”ların üzerinde tepinecekler. “Son”u gelenleri suçlayacaklar. Kentte Necati Tosuner’i hatırlatan mantarlar Trafik ışıklarının ay ışığını bastırdığı kent merkezinde bir ödül gecesi… Kısa bir konuşma yapıyor Necati Tosuner. Bütün o kitapları yazanın ta kendisi olduğunun sağlamasını yapan bir konuşma.
Yazı gecesi Yazı gecesi gelip çattığında kafamı kurcalayanlar yeterince demlendiyse benden rahatı yoktur. Yazı, bir tülü çeker gibi soldan sağa akar gider. Eğer düşüncelerimin arasındaki bağları daha kuruyorsam, vah benim halime! İçten içe yazının bir mesai değil de sadece bir yetenek olduğuna dair göksel bir işaret beklerim! Ama öyle kolay değil, her hafta yazılacak bir yazı için emeksiz bir yol yok. Şairin şiltesi, salyangozun kabuğu Salyangozun kabuğuna imrenmemek elde mi! İçinde uykuya daldığı, korunduğu, kıvrımlarıyla güzelleşen bir kabuk. Bu kabuğa edebiyatımızın derinlerinden bir akraba arıyor zihnim. Sayfalar, şiirler, sözcükler arasından bir şilte çıkageliyor. Üzerinde yatana kabuk olmuş, onu büyütmüş, kollamış. Kimin bu şilte? Ziya Osman Saba’nın. Yalnız o, salyangozun kabuğu ile şiltenin akrabalığına inandırabilirdi. Eve yalnız yürümek Kimsesiz, gariban leylekler uçuyor. Ahmet Hâşim evinden çıkıp tatilini geçirmek üzere Bursa’ya ya da hastalığına çare bulmak için Frankfurt’a gidiyor. Hera’nın lanetiyle Lamia’nın gözleri kapanmaz hale geliyor. Biz de çağın bizlere sunduğu kapanmaz gözlerle kötülükleri, adaletsizlikleri, açlığı, savaşı, işkenceyi anbean, ara vermeksizin izliyoruz. Alışıyoruz. Sana kanmayacağım Sait Faik! Bugün insanları sevmek is-te-mi-yo-rum diye söylenirken ben, mavi bakışlarıyla dikiliyor karşıma. Kanmayacağım ona, inandıramaz beni artık insanlara. Siz siz olun yazarınızı hırsa kapılarak sınava çekmeyin! Ve… küstahlığım anında un ufak oluyor. Düş şu insanların yakasından, neden böyle sürüp gittiğine bak diyor. Karanfilli yazı Unamuno’nun şu sözlerini tekrar ettim bir kere: “Tanrım benden günün ayrıntılarını esirgeme.” Payıma öyle çileli bir ayrıntı düştü ki, mevzu ta 1945’te kurulan Saygısızlıkla Savaş Derneği’ne, Çilingir Rıza’ya, bir klima ünitesine hatta Yerçekimli Karanfil’e dek uzanıyor. Rüya gördüğüm gecenin sabahı Yaşamın zorlukları rüyalarda geri dönüp duruyor. Son yıllarda sıklıkla. Her rüya biraz da memleketin tortusu. Şeytanlık üzerine ‘denememe’ Olaylar otobüs şoförünün “Her şeyi hazır bekliyorsunuz!” diyerek yolcuyu azarlamasıyla başladı. Derken Ferhan Şensoy yol gösterdi, Turgut Uyar cesaretlendirdi, Sabahattin Ali sorularla baş başa bıraktı. Alacakaranlıkta karşılaşmalar Alacakaranlıkta kiminle karşılaştığınız gitgide önem kazanıyor. Benim karşılaştığım arkadaşlar söyledikleriyle haftanın tortusunu azalttı. Darısı başınıza. Müteahhit, güzellik furyası, Tomris Uyar Tomris Uyar vaktiyle öyle tespitler yapmış ki, o günlerden bugünlerin ucunu sıkı sıkı tutmuş. 1978 yılında kutu oyunlarının toplumsal değer ölçüleriyle taban tabana zıt düştüğünü söylüyor. Hapse giren bir müteahhitin elli lira gibi gülünç bir ceza ödeyerek, iki el oynamayarak ya da şans kâğıdının gelmesini bekleyerek hapisten çıkabildiğinin altını çiziyor. Yahut 1980’lerde egemen olmaya başlayan güzellik ve sağlık furyasını can alıcı bir yerden tartışıyor. “Yeni ırkçılık” olur mu? Sağanak gibi karakterlerin yazarı Edebiyatında sevgiyi daima izlek olarak kullanan İrfan Yalçın, sevgisizliğin ayyuka çıktığı günlerde aramızdan ayrıldı. Onun eserlerinde sevgi, yüreğe her zaman takılması gereken bir çelmedir. Tolstoy’suz aile çay bahçeleri İstanbul’un çay bahçelerinde her mutsuz ailenin kendine özgü mutsuzluğu var mı emin değilim. Tüm mutsuzluklar birbirinin aynı sanki. Konuşmalardan anlıyorum bunu. Verilemeyen ikinci siparişlerden, beraberinde getirilmiş atıştırmalıklardan, çocukların isteklerinin duymazlıktan gelinişinden... Ama en çok da iyi maskelendiği düşünülse de apaçık ortada olan o dipsiz depresyondan... Kısmet meselesi Bugün, Kısmet’in dünya seyahatinden dönüşünün yıldönümü. Elli dokuz yıl önce Boro’ların arkalarına sadece rüzgârı alarak çıktıkları bu yolculuk, insanın doğayla kurduğu ilişkide ‘yeteri kadar’ı hâlâ mükemmelen temsil ediyor. Okul yalnızlığı, dışarda bırakılan çocuk ve bir öğretmen Okul yalnızlığı bizimki gibi ülkelerde eşitsizliklerle besleniyor, semiriyor, sonunda ötekileştirmeye evriliyor. Hoşça kal imkânlar âlemi Yakup Kadri’nin gençlik hatıraları aklına üşüştüğünde onların içinde kaçırılmış fırsatlar, erişilmemiş amaçlar gördükçe canı sıkılır. Nurullah Ataç gençlik için imkânlar âleminin var olduğunu ve onların buna inanmakta haklı olduğunu düşünür. Bugün gençlerin çoğu yaklaştıkları anda kaybolacak bir imkânlar serabına bile sahip değil. Sorun hâlâ pek insanca olan düzen John Berger’a göre hayvanlarla ilişkimizin mezar taşı hayvanat bahçeleridir. Berger’ın yaklaşımını kerteriz alırsak bir ilişkinin hep “insanca” talep, istek ve ihtiyaçlarla tüketim üzerinden sürdürülmesi hayvansız dünyanın yerini gitgide sağlamlaştırması demek. İnsanlık uzun zamandır hayvanlarla, onlar insanileştiği noktada duygudaşlık kuruyor. Yaşamla memnuniyet bağı Yaşamla ilişkisini beğenilme üzerine kurmayan biriyle karşılaştınız. Üstelik kendinden memnun. Bir de günümüzün tüm araçlarından azade yaşamıyla; edebiyatın, müziğin hatta mutluluğun aşınmayabileceğini gösteriyor. Şaşalarsınız tabii. Buyurun o zaman, Hirayama’yla tanışın. Salâh Bey’in 24 ayar altınları Edebiyatımızın 24 ayar altınıdır Salâh Birsel denemeleri. Onları okudukça denemeci adı verilen bambaşka bir varlık olduğunun ayırdına varır insan. Ve şimdi Salâh Bey’in altınlarını yastıkaltından çıkarmanın tam zamanı. Evet, tam da üslubu kıt bu günlerde. ‘Şu insanlara hiçbir şey çok değildir’ Bu cümleyle yaşama layık oluşumuza göz kırpar Sait Faik. “Şu insanlara karanlık çok bile!” diyenlere karşı çıkar. İnsana karşı iştahlanması, sevgiden heyecanlar yaratıp kendini büyülemesi, sevincin ve hüznün pırıltısını keşfetmiş olması onu okuyana da yaşamak hevesi verir. Gevezeler, hırsızlar ve yüz karası Italo Calvino’nun tüm metinleri arasından sıyrılıp bir tanesi kendini hatırlatıyor. Şu herkesin hırsız olduğu ülkenin hikâyesi... Çürümüş her sistemde, çürüyen her ülkede kaçınılmaz olarak biri diğerinden, diğeri ötekinden çalar. 'Beethoven hatası' Ludwig van Beethoven’in muhteşem müziğini dinlerken kimin aklına bestecinin toz içinde, leş kokulu, ısınmayan dairesi geliyor ki! Harika şeylerin acayip koşullar altında oluşabileceğinin örneği bu. Geçen hafta kaybettiğimiz Primatolog Frans de Waal, evrim üzerine yazanların “Beethoven hatası” yaptığını saptadı. Acımasız doğal seçimin sadece zalim mahluklar üretmeyeceğine barışçıl bonoboları hatırlatarak dikkat çekti. Biyolojik mirasımızın ortaklık ve empati kısmına ayna tuttu. Çağın beli bükük insanları Yıldız yağmuru altında karınlarını doyuran kahramanlar, kötülüğe düşkün tanrılar ve gök kubbeyi sonsuza dek omuzlarında taşıyan Atlas… Alışageldiğimiz anlatılar! Jeanette Winterson’a kulak vermenin zamanı geldi de geçiyor. Dünyanın tüm yükünü taşıyan Atlas artık sadece ve sadece özgürlüğü tartışmalı. Baharın göz kırpması Soğuk ortadan tam çekilmese bile, gün, ışık ve güneşle doldukça baharın bir eşitlik getireceği duygusu insanın içini kaplıyor. Birinci cemre bahara en çok yakışan şair Metin Eloğlu’na düşüyor. İkincisi bir ayrıntıya, üçüncüsü Dümen Sokak Dümen Apartmanı’na. Sen benimsin, benim! Düzeni temsil edenler iyelik eklerine bayılırlar. İşçimiz, madencimiz, evladımız, kadınlarımız... Sanki sahip oldukları eşyaları sayar gibidirler. Birey yoksa olay da, ihmal de, hak da yoktur. Böylelikle yıkımlar, ölümler geride kalıverir, hesap da sorulmaz. Dünya uzaklaşıyor, Ay yaklaşıyor Jules Verne’in Ay’a Yolculuk’undan yirmi yedi yıl sonra yayımlanan bir minik kitap. Eski kaptan, jeolog, arkeolog ve illüstratör olan yazar Arthur de Ville d’Avray sert geçen kış gecelerinde çocukları etrafını sarmışken, onların gözü önünde yaratmış bu hikâyeyi. Şu edebiyatı nereye koyacağız? Okurluk tecrübesi yetersiz yetişkinler edebiyatı çocukların hayatına yerleştiremiyor. Ama cüretkâr ve iddialılar. Çocuklar adına en doğru seçimleri yaptıklarını düşünüyorlar, cümleleri cımbızlıyorlar, keyif için okumaktan alıkoyuyorlar, yazarlarla ilgili yargı dağıtıyorlar ve yalnızca kendi doğrularını görmek istiyorlar. Eskiyen giysiler, çürüyen insanlar Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Hayri İrdal’ı da, Oktay Akbal da insanın bitmeyen hesabını eskiyen ‘giysiler’ üzerinden anlatır. Eşyalar eskimek nedir bilirler, ya insanlar? Zamana yenilmeyi bilmeyenlerle yaşıyoruz, onları izliyoruz. Akbal’ın dediği gibi “çürümüş, bitmiş insanlar bu halleriyle ortalıkta dolaşırlar, gururla, övünçle, kendilerini bir değer diye kabul ettirmeye kalkışarak!..” Yoksul ve daha yalnız Pangaltı, Eşref Efendi sokakta yaşayan, on dört çocuklu Budak ailesiyle 1956’da röportaj yapan Orhan Kemal’in izinden gidip bugün aynı sokağa bakınca uçtan uca bir acı gerçek görünüyor.