Can Sertoğlu

csertoglu@gazeteduvar.com.tr
TÜM YAZILARI
Alışamayacağız İrfan Alış (1971-2024) Benim tanıdığım İrfan yaşamında hüzünperver biri değildi. Tarzdan çok töze önem veren, halk ozanı düsturunda yazan ve söyleyen, estetik kaygıları arka planda tutan, yüreğini bileğine takmış bir hikaye anlatıcısıydı. Çok samimi ve tavizsizce dürüsttü. İrfan, hakikatti çünkü. Sol gösterip sağ vurmazdı. Çünkü, vurmazdı İrfan. Sessiz bilgiydi. Sakin bilgeydi. Olduğu gibi bir adamdı. Yalın, müdanasız ve iddiasız, tam da bu nedenle çok kuvvetliydi.
Söylediğimiz her şarkının sonu       Biz de her şey ve herkes gibi değiştik. ¨Biz¨den istediğinizi anlayın. Biz genelde kötüye doğru değiştik. İnsanın insanı sevmeye mi dövmeye mi geldiği belli olmayan bu koca kürede yer bulamadıkça dünyayı birbirimize dar ettik. Şimdi durmuş eserimize bakıyoruz, sonra birbirimize. The Cure’un sözlerinde yer aldığı şekliyle, değişmeyeceğini sanmanın toyluğunda değişimin hızını bile algılayamaz olduk. Hatırlamalıyız ki, hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Çocuk çocukken, müzik müzikken İyinin kötüye, iyilerin kötülere, iyiliğin kötülüğe şaşırması, anlayamaması sol gözün sağ gözü görememesi gibi. Dip dibeler, bir ömür boyu, kemikleşmiş çukurlarda yuvalanmış halde, aynı işlevi yerine getiriyorlar; görüyorlar. Her şeyi ve herkesi görüyor, kabulleniyor, anlıyorlar; birbirlerini tamamlıyor, algılarını düzenliyor ve düzeltiyorlar. Ama asla birbirlerini göremiyorlar. İyinin kötü olmadan iyiyi anlayamayacağı, bırak anlamayı, bilemeyeceği gibi. Çocuğun çocuk olduğunu bilmediği gibi.
Pervasız bir anti-kahraman: Müzik ve Steve Albini Sanatın ifade biçimlerinin ve alanlarının genellikle sıradan nizamla ehlileştirilip basmakalıp peyzajlarla sunulmasına çanak tutan ana akımın beslediği kanaat önderlerinin kötüye “kötü” diyememesinden kaynaklı vasata tapma illetinden ülkemizin müzikleri de çok çekiyor. Zira tepemize çıkartılan, metin yazarlığından, oyunculuktan, çakallıktan devşirme kariyerist müzik tacirlerinin yaptığı zayıf şarkılara, yazdıkları sıradan sözlere, verdikleri berbat konserlere övgüler düzmek daha konforlu. SXSW: Son günler ve Austin’e veda vakti      Yaşadığımız gezegendeki olguları anlamlandırabilmek, muhasebe ve muhakeme yapabilmek için nasıl tarihe bakmak, bilmek ve anlamak gerekiyorsa insanın kendi yolculuğu için de geçmişe bakmadan ne bugüne ne de geleceğe dair sağlıklı tespitler, çıkarımlar ve planlar yapılabilir. Tarih, insanı toprağa mıhlamadan, serbestçe dolaşmasını engellemeden aklını ve ayaklarını toprakta ve akışta tutan en önemli bilgilerden. Tarihi olan her şeyin ruhu da vardır ve o ruhlar her yerimizdeler. SXSW 2. ve 3. gün: Akıştayız    Burada insanların birbirine toslaması, hem fiziksel hem başka şekillerde, çok mümkün. Birbirlerine öfkelenmelerine, kızmalarına, olaylar çıkmasına kağıt üzerinde çok müsait bir ortam varken bunun tam tersine, müthiş dostane ve pozitif bir hava hakim ve bu durum sokaklara, mekânlara, katılımcılara, sanatçılara, personele, hatta yerel kolluk kuvvetlerine kadar sirayet ediyor. Herkes işine bakıyor, görevini yapıyor ve bu festivalin kente kattıklarının bilincinde davranıyor. SXSW 1. Gün: Ilık ılık fokurdayan bir pazar   En son 2016’da geldiğim ve o zaman bile süratle büyümekte olduğunu hissettiren kent artık daha da hızlı şekilde popülerleşiyor ve genişliyor. Ancak tarihine, değerlerine ve her şeyden önce doğasına saygılı yerel yönetim ve bilinçli halk sayesinde çirkinleşmeden, tarumar edilmeden, dejenere olmadan ve yaşam kalitesini yitirmeden bu büyüme gerçekleşebiliyor. Bu yüzden, tutuculuğuyla bilinen Teksas’ın diğer şehirlerinden başkent olmasına rağmen ayrışan Austin, eyaletin hala bohem ve tatlı delisi. Sayılar bas bas bağırırken müziği dinlemeye ne gerek var? Kayıtlı müzik sektörünü sektör yapan en temel unsur olan sanatçı-repertuar-yapımcı üçgeninin dijital çağda nasıl erozyona uğradığı, değerlerin, rollerin ve liyakatın bulanıklaştığı, hatta kapı dışarı edildiği uzun zamandır en sıcak ve tevatürlü konulardan. Bir yandan müthiş bir bağımsızlık dalgası almış yürürken öte tarafta bu bağımsızlığın yarattığı kopuşlar ve kaos, sapla samanı ayırmanın güçleştiği bir kalabalık ve kakofoniyi beraberinde getiriyor. 66. Grammy Ödülleri: Şimdi tadımız kaçmasın  Birkaç sene öncesine kadar müzikal çeşitliliğe daha fazla önem veren, listelerin tepelerinde dinlenme rekorları kırmayan ama niteliğiyle öne çıkan, sokağın farklı tercihlerine de nispeten paralel damarlarda seçimler yapan, törenlerde “müziğin” kutlandığına ve yüceltildiğine şahit olunabilen Grammyler bu sene şan-şöhret-güç üçgeninin el üstünde tutulduğu, hatta tapıldığı bir aday-kazanan havuzu ve tören sundu. Albümüm çıktı!    Bu yazı bir Instagram postudur. Defalarca farklı farklı şekillerde yeniden paylaşılacaktır. Altına, burada yazılanlardan bile uç noktalarda övgüler dizilecek, destanlar yazılacak, emojiler döşenecektir. Ezberlenerek tekrarlanan, tekrarlandıkça yozlaştırılan, çekicilikten iticiliğe savrulan, bir eserin sunumuna dair olmaması gereken her şeye bir timsah alkışıdır. Göbek atalım yaaa, abi azcık göbek atalım yaaa! Belli ki yeni yılda yine müziğe saklanacağız, filmlere saracağız, yazıya sarılacağız, kitaplarla sarmalanacağız. Başka da çare kalmamış gibi görünüyor bu gidişatla baş etmeye sanki. Yeni yıl istenmeyen zorbaları kovalasın, kavuşamayanları kavuştursun, adaletten mahrum kalanları kurtarsın, haksız kazançların ocağını söndürsün, hırsızları öğütsün, uğursuzları tükürsün. İki bin yirmi dörtte, birilerine ve bir şeylere rağmen, Yurtta Sulh, Cihanda Sulh olsun. İyi seneler! Balık baştan kokar: Melike, Tilki, Aleyna, Şahin  Sanatçılar kendi takımlarını kurarken asla şaşmaması ve esnememesi gereken dürüstlük, doğruluk ve düzgünlük ilkelerini önemsemediği, daha çok konser, daha çok para ve daha çok güç uğruna kararlarını verdiği sürece hiçbir şeyin değişmesi mümkün gelmiyor bana. Önce onlar elemeliler habis piyonları ve menajercilik oynayan serseri mayınları bünyeden teker teker. Shane MacGowan: Bir gülümsemenin hayaleti    Bu adamın bu kadar sevilmesinin ardında sıradan insanın yaşadığı duyguları; sevgiyi, nefreti, aşkı; düşmeyi, kalkmayı, düşüp de kalkamamayı, hastalığı, travmayı, coşkuyu, öfkeyi ve tutkuyu sesinde barındırdığı hırıltının ve sorunlu icrasının çıplaklığıyla aktarabilmesi yatıyor sanırım. Tuhaf görüntüsü, berbat dişleri, detone şarkıcılığıyla kendini ve kendinden yitirerek bize bir şeyleri anlatmaya çalışan Shane MacGowan, bu şefkat ve masumiyet dolu sanatçıyı kucaklamaktan başka çare bırakmıyordu. 'The Offer': Tutkulu azmin müşfik pençesi  Parayla gücün, ticaretle sanatın, suçla suçlunun, siyasetçiyle mafyanın, patronla asistanın, yönetmenle yazarın, senaristle oyuncunun, görüntü yönetmeniyle ışıkçının ve daha birçok paydaşın ilişkilerinin tamamının bu kadar iyi işlendiği, bu işlerden herhangi birisindeyseniz derhal sokağa fırlayıp en iyi işinizi çıkartmaya sevk edecek kadar ilham kaynağı olabilecek bu yapıta ben bir başyapıt demeyi abartılı bulmuyorum. Marazi bir ruh ifadesi: Cumhuriyet’in 100. yılında müziğimiz ve biz Evet, müzik marazi bir ruh ifadesidir, o dinleyici haklı. Hele Rock müzik! Punk, metal, evlerden ırak! Senelerce sistematik şekilde hasta edildik, toplumca ağır marazlıyız. Müzikse zaten marazın ifadesi olduğu gibi onunla baş etmeye çalışmanın biricik araçlarından biri. Bu toplumda hâlâ müziğimizi sonuna kadar deneyimleyebiliyorsak bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün yüz yıl sonrasını öngörerek tasarladığı, bize en büyük hediyesi, yani Cumhuriyet sayesindedir. Asla unutmamalı, daima anlatmalıyız. Vur vur inlesin, herkes şarkıyı dinlesin Bir müzisyenin, yönetmenin, oyuncunun, ressamın sevgilisine uyguladığı şiddet neden sizi daha fazla şaşırtıyor, üzüyor, hatta hayal kırıklığına uğratıyor, hiç düşündünüz mü? Bu insanları, yalnızca meslekleri ve yarattıkları eserlerden ötürü tepesine oturtup heykelleştirdiğiniz kaidelerin soğuk yüzeylerinin yansıması olabilir mi bu huzursuzluk hissinin sebebi? Kırk yıl öncesinin şarkılarıyla dümen kırmak İnsan isterse, ruhu yatkınsa bir noktadan sonra hayatı bir kitap gibi okumaya başlayabiliyor. Her birimizin hayatı aslında birer hikâye. O yüzden hikâyeleri seviyoruz, çünkü hayatı seviyoruz. Onu yaşıyoruz, ama yaşarken aslında hikâyelerimizi okuyoruz. Büyük fark ve cazibe ise şurada: Bu hikâyenin kahramanı kendimiziz. Her gün kendi içerisinde bir hikâye aslında. Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın    "Ne zaman büyük bir organizasyonu değiştirmeye çalışsanız, muazzam bir geri itme ve ataletle karşılaşırsınız. Ancak büyük plak şirketlerinin mevcut yaklaşımı (1) müzik yapımının ekonomisini yok etti, (2) yeni müziğe olan talebin çöküşüne yol açtı ve (3) sanat ve yaratıcılığı baltaladı. Müziğe önem veren insanın bununla mücadele etmesi gerekiyor. Ve eğer biraz zaman verirseniz, farklı yaklaşımımın işe yarayacağına inanıyorum." Aklın dostun değildir, anlamıyor musun? Bal tutan parmağını, sükûnetle liyakate inanıp hakkının teslimini bekleyen avucunu yalar Türkiye’de. Girin bakın, çıkın gelin; devletten apartman yönetimine kadar kimlikler ve ilişkiler niteliklerin ve niceliklerin önünde gelir. Atı alan Üsküdar’ı, ülkeyi çalan okyanusu geçerken gözümüzün içine baka baka, yapılmayan festivalde içemediği birasına sızlanan gencin mızmız feryadı değil fütursuz feveranı belki kurtaracaktır geleceğini; ama (a)sosyal medyadaki değil, sosyal sokaktaki. Sakın sözünü sakınma     Sözünü sakınmıyormuş gibi ortada dolaşan ama bir zamanlar şiddetle reddettiği her araziye uyan, her kılığa giren, her kalbi kırabilen sözcüler için kendilerini bir yerlere taşıyamayacakların, aynı kulvarda koşamayanların, onlar kadar kudretli olamayanların fazla önemi yoktur. Ana akımın tam da göbeğine oturana kadar ana akımı reddetme pozlarının son kullanma tarihi geçmiş turşusu pek asidik ve mekruh oluyor. Olmadık yere tuzunu boşaltan lakin gerektiğinde sözünü sakınandan evladınızı sakının. İçimizden biri: Fatih Mabel Matiz Karaca   Albüm çok uzun ve haliyle akışı problemli olsa da Mabel’in albüm kavramına verdiği önem takdire şayan. Müziğe dair kısıtlı yeteneğine rağmen sosyal medyanın dayatmaları ve nimetleriyle müziği amaç değil araç olarak gören, üç günlük dünyada bir günlük sunî şöhret uğruna herkesi basamak yapmaya meyilli fırsatçıların at koşturduğu ekosistemde müziğin kendisine, besteye, söze, şarkıya verdiği önemle işini yapan, yaratan, sunan herkesi sakınmalıyız Mesele festival değil, hâlâ anlamadın mı? Cumhuriyet’in 100. yılında yüz yıllık temeller çatırdarken festivallere gidebilmek, yerli-yabancı şarkıcıları ve grupları sahnede görebilmek elbette çok kıymetli ama farkında olmadan “amaç” sadece bu olmaya başladı. Oysa festivaller, insanca ve özgürce yaşanacak bir hayatın sayısız “araç”larından biridir sadece. Normal bir ülkede ve toplumda, eğer su kıyısında bir şehirdeyseniz mesela, sahilde bir yürüyüşe çıkmak kadar doğaldır bir festivale gitmek. Güneş doğar, güneş batar, Özkan Uğur Özkan Uğur’un çalıp söyledikleriyle bize anlatmaya çalıştığı en önemli şey bence “başka türlüsünün mümkün” olduğuydu. Her şeyin başka bir yolu, başka bir hali, başka bir söyleniş ve yapılış biçimi olabilir. Bu, varoluşta sınırsızlığa ve ruhta uçsuz bucaksızlığa açılan en önemli penceredir. O bu pencereyi parmağıyla işaret ederken her zaman müstehzi gülümsemesiyle aynı zamanda kendini fazla ciddiye almamayı da öğütlüyordu adeta. Bu da, o pencerenin yanı başındaki kapıdır. Galip-mağlup, zafer-hüsran, ödül-teselli, kazı-kazan-kazan İki turlu çok katmanlı seçimler, koltuklar, siyasî entrikalar, sonucu ölüm-kalıma denkleştirilen derbi, şampiyonluk, yükselme, küme düşme ve kümede maçları, sporun her branşında final müsabakaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı şerefine İstanbul’da bir İngiliz ve bir İtalyan kulübü arasında oynanan Şampiyonlar Ligi Finali, orta ve yüksek öğretim sınavları, kupalar, madalyalar, baharlar, mayıslar, paralar, paralar, paralar vardı kazanılacak. Ve daha pek çok şey. Bir de müzik ödülleri. Zombi şarkıcılar: Aslını anlamadan astarıyla kandırmak Tabiat, kâinat, hayat gibi kurucusu olmadığımız ama kendimizi öyle sandığımız durumların kukla-kurbanları olmaktan öteye geçmeyen debelenmelerimiz ışığında bir de anlamadığımız şeylerin sanallarını yaratma peşine düşüyoruz. Kendimizi teknolojiye, algoritmalara, robotlara tanıta tanıta kendimizin türevi şeyler yaratıyoruz. Sonra bize ne kadar benziyorlar diye şaşırıp, eğlenip ardından korkuyoruz. Türevlerimize kendimize güvendiğimiz kadar güvenmediğimiz için korkuyoruz. Elvis: Güven gitti, hüzün geldi, sonra ölüm oldu    Kendi koşulları ve çıkarları doğrultusunda Elvis’in önce kariyerini sonra hayatını bitirdiğine dair popüler görüşün hedefindeki menajeri, sanatçısını ticari anlamda daha iyi ‘satmaya’, yani görevini icra etmeye çalışırken fazla ileri gidiyor ve Elvis’i hakikaten satıyor. Sanatçısını yarış atı, kendisini jokey sanmaya meydan veren popülerlik ve iş hacimleri çoğunlukla atın ölümü, sırtından düşen menajerin de en azından sakatlanmasıyla sonuçlanabiliyor. Failler yine belli, yine aynı: hırs ve para. Ölenle ölenler: Takyıldızların ardından  Her yaratıcı endüstride olduğu gibi müzik endüstrisi aslında müzisyen, şarkıcı, söz yazarı, besteci vb. şeyler olmak isteyip bir şekilde ol(a)mamış insanlarla doludur. Yurt dışında ve burada yıllarca çok yakından tanıdığım bu insan türünü kendimce “düşkün ruhlar” olarak nitelendiririm. Düşkün, çünkü bir şeyi çok sevenler, ona “düşen”lerdir bu grup. Düşkün, çünkü müziğe ve hissettirdiklerine muhtaçlardır. Düşkün, çünkü gece gündüz düş kurarlar, çocuksu, yeter ki arkada müzik olsun. IFPI Küresel Müzik Raporu ve yöresel müzik endüstrimiz  Senelerdir bu ülkenin kayıtlı müzik sektörüne tıpkı ülkenin kendisine çöreklenenler gibi çöken koskoca gölgeler var. Gücü kendi cephelerinde öylesine konsolide etmiş, kendi cenahlarını öylesine girilmez hale getirmiş haldeler ki bazılarının parçası oldukları kurumsal yapıların patronları dahi olup bitenleri göremiyor veya görmezlikten geliyor. 'Fazla bileti olan var mı?' Tüm dünyada pandemi nedeniyle yapılamayan ve çoğu ertelenen konserler ve turneler, canlı müzik seyircisinin artan iştahına ve talebine cevap verecek şekilde ve sayıda yeniden düzenlenemeyince dengelerin iyice şaştığı gözlemleniyor. Özellikle dünyaca çok sevilen sanatçıların turnelerinde ortaya çıkan arz-talep dengesizlikleri, seyirciden sanatçıya, biletleme şirketinden sanatçı menajerine kadar paydaşların birbirine girmesine neden oluyor. Müzik sustuysa da hayat devam edebiliyor mu?  Müzik de, konserler de, toplaşmalar da yavaş yavaş geri dönüyor. Ama sanatçılarda ve sektörde, planlarda ve faaliyetlerde gündem ve takvim baskısının etkisi güçlü şekilde hissediliyor. Deprem felaketlerinin acısı henüz dinmemişken, hatta dinmenin yakınından bile geçmemişken sahneye çıkan sanatçı da onu seyre gelmiş izleyici de tam olarak ne yapacağını bilemiyor sanki