TÜM YAZILARI
Bir ömür tiyatro, direnç, tutarlılık… ve içten bir teşekkür…
Genco Erkal bugün aramızdan ayrıldı. Murat Sevinç'in Mart 2020'de Gazete Duvar'da onun için yazdıklarını arşivden çıkardık. Anısına saygıyla...
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz!
Tek bir istisna görmedim ki, çok yorgun olduğunuzu söylediğinizde ya da herhangi bir sorundan söz açtığınızda, 'amaan geçer geçer' karşılığını vermesin.
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin...
Seçimde iktidar değişirse, yeni yönetim o endişeli nüfusu pazar günleri zorla kiliseye götürmez, rahat olsunlar. Kendilerine tavsiyem, zahmet buyurup geçsinler bir aynanın karşısına ve “Bizler nasıl insanlarız?” sorusunu yöneltsinler kendilerine. Üstelik bu soru her eve lazım, yalnızca onlara değil. Bakalım ne yanıt bulacaklar, o yanıtın altından nasıl kalkacaklar...
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü!
Muhafazakâr kesimin genelinin öyle çok endişeli olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Hele ki ekmek kavgasının kızıştığı, yoksulluğun derinleştiği şu zamanda, insanların böyle işlere kafa yoracak zamanı ve takati varmış gibi gelmiyor bana. Endişeli 'ihale severlerin' endişesi ise son derece yerinde, gerçek bir endişe, haklılar. Daha da endişelenmelerini dilerim.
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş...
Sözün özü, özelleştirme, giderek derinleşen yoksulluk, gelir seviyesi düşük aile çocuklarının muhtelif gruplara kolay av oluşu, güncel öğrenci barınma sorununun temel gerekçeleri. Buna bir de hâlihazırdaki 'ev kirası' çılgınlığını da eklemek gerekir.
Muhafazakâr seçmen, nadide bir çiçek midir?
Muhalefet, biraz dönemin zorlayıcılığından biraz da 'yeni' olanı henüz tam anlamıyla kavramadıklarından olsa gerek, siyasetin toplumu/seçmeni 'dönüştürücü' etkisini neredeyse görmezden geliyor. Seçmene uyarak ve gönlünü hoş tutarak onun oyunu almaya çalışmak bir seçenek. Diğeri ve asıl dönüştürücü olan ise seçmeni farklı seçenekler/yollar olduğuna ikna etmek, gerektiğinde eleştirmek, sorgulamak ve uyarmak. Evet, seçmeni eleştirmek.
'Ah, Asuman' ve bitip tükenmez 'ah'larımız...
Yazan Selahattin Demirtaş, yöneten Ümit Kıvanç olunca hayli siyasi bir hikâye bekliyor insan ama hiç öyle değil. Siyasi içerik, asıl hikâyenin önüne geçmesine izin verilmeden satır aralarına serpiştirilmiş. Kısa film, sevimli ve mizahî.
Yazar çizerine, 'çok biliyorsan siyasete gir' denen başka ülke var mı?
Yazan çizen ve eleştirenlerin, yalnızca yazıp çizip eleştirdiğini; söz konusu eylemlerin parti ya da parlamento çatısına gereksinim duymadığını, siyaset üzerine kafa yoranların pek çoğunun -eğer akıllarını kaybetmedilerse- dünyayı yerinden oynatmak gibi bir iddialarının olmadığını kabullenmek çok güç olmamalı.
Nermin Abadan Unat'ın duruşu...
Geçen hafta Boğaziçi'ne gidip genç meslektaşlarıyla birlikte rektörlük binasına sırtını dönen Nermin Hoca, orada yalnızca beş-on dakika ayakta durmuş olmadı. Nasıl 'durulması' gerektiğini hatırlattı cümle âleme. Hayat ve ülke böyle işte, bir hoca 100 yaşında örnek olmayı sürdürürken, kimileri de bir kaşık çorba için tekkeyi bekliyor.
İyi ki yapmışlar, iyi ki aynı dönemde yaşadık...
İyi ki Yapmışım, odağında Metin Akpınar'ın olduğu, Zeki Alasya'nın her satır arasında hissedildiği, Türkiye kabare-tiyatro tarihinden kesitlerle, dolu dolu bir belgesel. Akpınar'ın işine olan tutkusu, sevgisi, benim sahnede de tanık olduğum olağanüstü yeteneği, satır aralarındaki özeleştirileri ve övünmeleri görmeye değer. Övünme derken, temeli sağlam ve yaptığı işin değerinin farkında bir özgüvenden söz ediyorum.
Hey yavrum hey bee!
Orada ne diyor, insan hakkı diyor, tamam kardeşim ben insan değil miyim lan benim hakkım nolcak, ne diyor, sosyal devlet diyor, tamam işte sosyalim, ben demiyorum ki su içmesinler, ha madem kullandın öde kardeşim, paran varsa kullan yoksa kullanma, ne diyor, demokratik devlet diyor, kararı ben tek başıma mı aldım abisi, mecliste aldık, kabul edenler etmeyenler, kabul edilmiştir, sorun ne o zaman...
Lümpenliğin altın devrinde, asgari edep beklentisi üzerine...
Keşke bizlere hep anlatılageldiği üzere 'en yüce' olmak yerine; daha az lümpen, iletişimini edeple kurabilen, kurallara uymayı, asgari nezaket ve tevazuyu budalalık saymayan bir 'ezici çoğunluğa' sahip olsaydık da, aklı başında ahali yaşamı boyunca lümpenliğe, böylesi bir ahlaksızlığa maruz kalarak yaşamak zorunda kalmasaydı.
Allah hiçbir insanı, bu zihniyet ve dile muhtaç etmesin!
Allah yeryüzündeki hiçbir insanı, bağını bahçesini bırakıp elinde torbalarla yüzlerce binlerce kilometre yürüyerek bir başka toprağa ulaşmaya çalışan hiç kimseyi, “al evinde besle” diyebilen süfli dil ve zihniyete muhtaç etmesin.
İkircikli bağlaç 'ama'nın, manipülatif kardeşi 'aslında'...
“Aslında çevresi kötü” ifadesi, bir yurttaşa enayi muamelesi yapmanın en yakası açılmadık hali gibi geliyor bana. Yorumlayan, herhangi bir günün gündemini belirleyen söz ya da davranışların göründüğü gibi olmadığını, aslında başka anlama geldiğini göstermeye çabalıyor.
Hışırlık, ilkellik, asma kilit ve bir de 'nezâket' üzerine...
Sağcı ve kurnaz, ezcümle 'oportünist' kişiliklerin kaçamadıkları insanlık durumlarından birinin, davranış ve kararlarına yansıyan 'ilkellik' olduğu kanısındayım. Boğaziçi'nin kapısına asılan kilidin bana hatırlattığı şeyler, o ilkel tutumla ilgili ve yalnızca bir ideolojinin gereklerini değil, eser miktar hamlık, çaresizlik ve biraz da komik bir taraf barındırıyor.
Ne diyeceğini bilememekten kaynaklanan, suskunluk...
İnsan, tanık olduklarının mide bulandırıcılığı ve yoğunluğu karşısında ne diyeceğini bilemez hale gelebilir, gelebiliyor. Sözümüz ve tepkilerimiz de öğrendiğimiz, bildiğimiz kadar nihayetinde.
Sahi, neden 'Boğaz' betonla kapatılmasın!
Ülkede ne kadar doğal güzellik/değer varsa maddi kazanca dönüştürülmesinden yanayım. Bu ülke, zamanında kültür, doğa, insan, nezaket, vefa vs. diyerek çok şey kaybetti.
Biraz 'Ankaralaşmak' iyi bir şey olabilir aslında!
'Ankaralılık' ve 'Ankaralılaşmak' klişeleri üzerine bir kez daha düşünmeli bana kalırsa, zannedildiği kadar vahim bir durum olmayabilir.
Beni önce bir odaya aldılar...
Türkiye, can yakıcı yargı süreçleri bir yana, anlaşılması güç kararlar bakımından da zengin bir toprak. Onlardan belki de en akıl almazı, 27 yıldır cezaevinde olan İlhan Sami Çomak'ın hikayesi.
Bir toparlanma yolu, palavradan vazgeçmek...
Palavrayla yaşamak mümkün kuşkusuz, çok da rahatlatıcı, zevkli, insana moral veriyor, nitekim tarihten anladığımız da büyük ölçüde palavralardan ibaret. Neden dönüp dolaşıp aynı şeyleri yaşıyoruz?
Kendileri için ve hakkımızda ne düşünüyor olabilirler?
Muhataplarına “Eşit değilsiniz,” diyemiyorlar, çünkü herkes yurttaş, herkesin bir oyu var, herkes seçmen vs. Fakat 'eşit' kabul etmedikleri, edemedikleri de açık.
'Bu karanlığa Tanrı hükmediyor olamaz...'
'Huzursuzluk' bir yere kadar, verimliliği düşünmek zorundayız, yoksa nasıl ekmek yiyecek bunca insan, sağolsun sermayedar!
Varlığımız sömürenlere armağan olsun!
Savaşırken ölmek şans, madende ölmek büyük fedakârlık. Fedakârlık yoksulun işi kuşkusuz, mülk sahipleri ise o fedakarlığın sunulacağı koşulları hazırlar!
Siyaset esnafı, ülke, vasat...
Siyaset, ne büyük mesai gerektiriyor ve nasıl da zaman kaybı gibi görünüyor, diğer yandan! Ancak bir kenarından bulaşanlar bir daha kopamadığına göre belli ki cazip, bir tarafı da var, olmalı.
Bir umut ve ferahlık kaynağı, Boğaziçi protestosu...
Boğaziçililerin umut tazeleyen, ferahlık veren direnci gündemden düşmemeli. Rektörlük binasına sırtını dönmüş hoca fotoğrafları, günlük yaşantımızın bir parçası haline gelip sıradanlaşmamalı.
Yurttaşın boğazını sıkan el, kimin eli?
Yetkisini aşarak yurttaşın boğazına sarılan kamu görevlisi, kimi temsilen ve kime güvenerek yapıyor bunu? Cezalandırılmayacağına yönelik güven, nereden kaynaklanıyor?
Kapitalizm, insan halleri, dava ve pudra şekeri...
AKP teşkilatında çalıştığı açıklanan genç birinin, pahalı aracında 'pudra şekeri' kullanırken çekilmiş görüntüsü yayıldı birkaç gün önce. Ardından başka görüntüler, fotoğraflar...
Vefat eden sağlık çalışanlarının çocukları için...
Büyük emek harcanmış, pırıl pırıl insanlarca, özenle hazırlanmış bir çalışma “100 Doktor 100 Tarif.” Yinelemenin zararı yok, tüm gelir vefat eden sağlık çalışanlarının çocuklarının eğitiminde kullanılacak. Bu kez yalnızca önermiyorum, 'hararetle' öneriyorum.
Ay çok sıkıldım!
Sabahtan akşama, bir evin içinde, virüs aşağı virüs yukarı... Küçücük çocuğum, endişelerim var herhalde, her ne kadar dile getiremesem de... Arada bir, “Şu salgın bitsin de inşallah, bir yerlere gidelim” diyorum, moral oluyor biraz... Arkadaş istiyorum, onlarla konuşmak, koşup oynamak... Sıkıldım, çok sıkıldım, endişe duymadan çocukluğumu yaşamak istiyorum...
Bir medeni vazife olarak, unutmamak...
Hasan Âli'de, yazarın deyişiyle “dünyaya katılma iştahı” var; her yaptığında bu iştah ve aşkın varlığını sezmek mümkün. Katılma iştahı ve çalışkanlığa, bitip tükenmeyen bir 'sevilme' arzusunun eşlik ettiğini bir kez daha hatırlatmalı.