Nur Betül Çelik

nbcelik@gazeteduvar.com.tr
TÜM YAZILARI
Gerçekle imtihanımız Hâlâ bir düzen varsaymanın, bildiğimiz kurallar varmış gibi, örneğin; seçimleri dört gözle beklemenin bir nevrozdan ibaret olduğunu anlamamız gerekiyor. Gerçekle aramızdaki mesafe büyük, giderek de açılıyor. Ama biz gerçekliğine inanmak istediklerimize sımsıkı sarılmışız. Onların artık olmadığına inanamıyoruz.
Müziksiz bir dünyayı reddediyorum! Taliban’a karşı, kadınları, müziği, kısacası hayatı savunmak için dayanışan, dayanışmayı yaygınlaştırma mücadelesi veren herkesle gönlüm, desteğim. Şu anda yapılabilecek tek şeyin hayatı savunmak için Afgan kadınlarıyla dayanışmayı güçlendirmek olduğunu düşünüyorum. Ah gülüm gülüm… Yoksullaşıyoruz. Tuz gölü gibi kuruyoruz; ülkenin toprakları gibi çoraklaşıyoruz. Artık sürgün veremeyen, hasta ağaçlara benziyoruz. Ölmedik. Can çekişiyoruz. Sanki bir çekirge istilası altındayız. İstilanın bitmesini sindiğimiz köşemizde beklerken umutlarımızı çekirgelerin kanatlarına yüklüyoruz. Beklemek yerine eylemekken çare, üzerimize sıvanan çekirgeleri silkip atacak cesaretten yoksun gibiyiz...
Politika imkanı üzerine… Bizim muhalefetin sandığı gibi erken seçim istemek, yönetmeye talip olmak yetmez, geleceği birlikte inşa etmenin yollarını örgütlemek gerekir. Ortaklaşma, dayanışma, örgütlenme ağlarını örmek yerine, verili bir dile kendini hapsederek kazanacağını zannettiği bir seçime odaklandığı sürece muhalefet gerçek bir alternatif olamayacak… Tesadüf… Marmara Denizinde sümüksü oluşum yayılırken, devletin derinlerinden sökün edip gelen bir başka müsilajın kanıtları Sedat Peker videoları aracılığıyla önümüze serilmeye başladı. #HADİ: Hak, Adalet, Demokrasi için…. Sanırım hatamız, karşımızda bu talepleri işitip anlayacak, kamu yararı adına hareket geçecek bir güç varsayıyor olmamız. Oysa artık o gücün yeri boş, bomboş. 'Eleştiri' üzerine düşünmek… Eleştiri üzerine yeniden düşünürken son uğrakta, tam da şimdi, tam da her şey çözülürken eleştirinin her zamankinden daha çok bir ihtiyaç olduğunu vurgulamak önemli. Eski nesneler, çocukluğum, gezegenin isyanı… Çocukluğumdan çıkamıyorum. Şu kapanma yüzünden hep. İnanılmaz ama zihnim geriye doğru çalışan bir dişli gibi… Türkiye’nin hallerinin çocukluğumda izini sürüyorum durmadan. Biraz fazla kişisel, ama umutlu… Bu hafta son sözüm umuda dair. Gerçekçi olmak, umutlu olabilmek için ilk adım. Kendini kandırmadan kendi gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmayan iyi insanlarla geleceği birlikte inşa edeceğiz. Umudum var. Sözleşme, şiddet, kötülük… Bu kararın sonuçları itibariyle sorunu daha da derinleştireceği açık. İktidarın Sözleşme'den çıkmakla yetinmeyeceği, şiddete karşı koruma sağlayan diğer hukuki düzenlemeleri de askıya alabileceği de görülüyor. Ailenin korunması odaklı yeni bir Sözleşme hazırlığı içinde olduklarını ilan ettiler bile. Her şey istedikleri gibi olursa pek çok kadın okula gidemeyecek, çalışamayacak, politik bir söz söyleme cesaretini kendinde bulamayacak... Yok sayılmaya razı olmamız istenecek. İşimiz zor ama imkansız değil! Keyfi, hukuk-dışı, rayından çıkmış iktidarın değişebilmesi için, çoktandır unutmuş göründüğümüz halkın, ama seçmene indirgenmemiş, demokrasinin gerçek öznesi olan halkın işaretlenmesi, gelecekten umudu kesmemek için yeterli bir gerekçe sunuyor bize. Halkı güçlü bir demokratik mücadelenin öznesi olarak (yeniden) inşa edebilmek, geleceğimizi kurtarmak anlamına geliyor. Olay, biz, nesneler… Çevremizi kuşatan bunca sorun hem bizi aşıyor hem de doğrudan hayatımızı etkilediği için bizden öte anlamsız. Bir toplam olarak şimdimizi karartırken geleceği düşleme yeteneğimizi de zayıflatıyor bu sorunlar. Gelecek yalnızca “bana” veya “sana” ait değil çünkü. Hayatlarımız birbirine sıkı sıkıya bağlı, gelecek de “biz” ile düşününce anlamlı. Eleştiri, adalet, devlet Türkiye’de yazılan her anayasa, yalnızca kendini vaat edebildi. Her anayasa ile anayasallıktan uzaklaşıldı. Her anayasa yeni bir fetiş olarak çılgınlığın eşiğinde varoluşumuzu pekiştirdi. İktidarı bilmem ama muhalefetin yeni bir anayasadan önce eşitliği hedefleyen bir eylem planıyla karşımıza çıkabilmesini dilerdim. Masalcı amca, doyamadık az daha anlatsana! Akademik özerkliği olmayan, özgür araştırmanın birkaç istisna dışında neredeyse olanaksız hale geldiği üniversiteler olmadan Ay'a nasıl gideceksiniz? İçleri boşalmış kurumlarını korumak için özgürlüklerini feda etmiş akademisyenler mi döşeyecek Ay'a giden o yolu? Duble yollar yapmaya, beton üstüne beton döküp kentleri ucube inşaatlarla donatmaya benzemez bilim. Mart Tavşanı, Şapkacı ve ben Umudu yitirmemek için delirmek lazım. İçinde hızla dibe çekildiğim bu kuyudan Alice Harikalar Diyarında'ya yumuşak bir iniş yapıp Mart Tavşanı ve Şapkacı'yla bir çay ziyafetinde bulmak istiyorum kendimi. O hayalin neşesini istiyorum. Birinci gün yazısı… Birinci gün yazısı zordur. Griliklerin bütün ışıkları karartmasına, zihnimizi bulanıklaştırmasına, yüreğimizi burkan gerçeğe rağmen umutlu olabilmek zordur. Tamamen umutsuz da olunamaz. Gri, karadan farklı olarak içinde bir parça ışık tutar. Ak bulaşmış bir karalıktır gri. O nedenle umutsuzlukla umut iç içedir onda. O umudu bulup gerçeğe dönüştürmek bizim direncimize, (iyi) yaşama inadımıza bağlı. Dile gelen çizgilerim, gelecek… Kendisine “haşere” sıfatı yakıştırılmış olanı kim(ler) işitiyor? “Ağaç kabuğu yemeye” mahkum edilmiş olanın çaresizliğini kaç kişi paylaşıyor, anlayabiliyor? Sayılmayanların sayısı artarken gelecek hızla bizden kaçmıyor mu? Sayılmamanın acısı kaç kişinin içini sızlatıyor? Topik’in anısına… Ben neydim onun için? Görüyordu, takip ediyordu, hatta gözlüyordu. Onun için anlamım neydi? Dünyanın anlamı neydi? Dili yoksa, anlam da olmamalıydı. Ama türüne özgü bir bakışla süzüyordu her şeyi. Bakışa sahipti Topik. Bir kedinin bakışı… Topik’in bakışı… Pes ettim… Hukuk reformu dile gelince, bunca hukuksuzluğa herhangi bir itirazını duymadığımız (veya en azından ben duymadım) hukukçu Bülent Arınç, derin bir uykudan uyanırken üniversitede öğrendiği evrensel ilkeleri anımsamış olacak ki ortaya atılıverdi. İnanın ne bu çıkışı anladım ne de Cumhurbaşkanı'nın bu çıkıştan rencide olmasını. Rencide olan olana… Ayrıca istifa edecek olan eder değil mi? Yok öyle değilmiş. Martıların çığlığı, kentler, Rıza Bey Apartmanı… İzmir depreminde yıkılan Rıza Bey Apartmanı, kendimiz için yarattığımız modern betonarme hapishanelerden biri olarak teslimiyetimizin sembolü aslında. Depremlerle içinde oturduğumuz binaların yeterince dayanıklı olup olmadığını, denetim sorununu, rantiyeleri, yöneticilerin sorumluluklarını hatırlıyoruz. Ama o kadar. Yalnızca binaların depreme dayanıklılığını sağlamak, sağlam binalar yapmak mı sorunumuz? Ne cumhur var, ne Cumhuriyet Modern yurttaş, devletin karşısında haklarıyla özgürlükleriyle vardır. Oysa artık bunlara sahip olup olmadığımızın kararı keyfe bırakılmış durumda. Keyfe keder elimizden alınıveren bu haklarımız, yine öylesine herhangi bir kamu otoritesince var kabul edilince sevincimizden zil takıp oynayacak hale geliyorsak bize yurttaş denemez. Halktan çoktan dışlandık. Cumhurun parçası değiliz. Ne cumhur var, ne Cumhuriyet…. Devlet ne ola ki? Devleti bir aygıt olarak gördüğümüzde, bu aygıtı yönetme gücünü elinde tutan hükümetle aynı şey olmadığını da kabul etmiş oluyoruz. Hükümetin politik rekabetin bir sonucu olarak el değiştirdiği sistemlerde, anayasal düzenlemeler devletle hükümet arasındaki sınırı açık biçimde çizer. Arife tarif ne hacet… Bir süredir Türkiye’de bir eski rejim/ yeni rejim karşılaştırması yapılıyor. Bu karşılaştırma, hem akademik bir çerçeve içinden hem de politikacıların günlük politik faaliyetlerinin bir parçası olarak bıktırıcı biçimde tekrarlanan kimi tespitlere yaslanıyor. #İstanbulSözleşmesiYaşatır İstanbul Sözleşmesi sadece kadınlar için değil, bütün toplumsal cinsiyet alanı için önemlidir. Yaşatacaksa da cinsel yönelimi farklı her bireyi, hep birlikte yaşatmalıdır. Cinsiyet eşitliği mücadelesi, en kadim karşıtlıklardan birine hapsedilemeyecek denli geniş, çok boyutlu, çok katmanlıdır. Ancak bunun bir parçası olduğumuzda #İstanbulSözleşmesiYaşatır mottosu gerçek anlamını bulacaktır. Anne bak, Betül erkek olmuş! İçime oturan bir sesleniş. Ne demekti kızken erkek olmak? Ne demekti kız olmak veya erkek olmak? Bu niye bu kadar önemliydi? Bütün cinsiyet göstergelerinin ağırlığının üstüme çöktüğü ilk andı bu… Erkek olmak önemliydi. Kız doğmuş olmak kötü müydü? Kız veya erkek doğmak ne demekti? Niye öyleydi ki? Benim saçım kısalınca ona benzediğimi düşünen o çocukla ne farkım vardı ki? Geçmiş Barış Gününüz kutlu olsun… Çocukluğumdan beridir asker doğmuşların milletinin parçası olmaktan övünç duymam beklendi. Buraları yurt bellemiş herkesten beklendiği gibi. Bunun gerçekten ne anlama geldiğini sorgulamışlar mıydı bu beklentiyi dillendirenler? Bir dogma haline gelmişse bir şey sorgulamak cesaret işidir. Bu cesareti gösteren de olsa olsa bir avuç insandır. Muhafaza edemeyen muhafazakârlık “Yeni Türkiye” masalıyla kendi tarih anlatılarını oluşturmaya çoktan başlamışlardı aslında. Görülmemiş bir uçuş içinde olan ülke masalıyla da hikâyenin örgüsüne yeni bir ilmek ekleme çabasındalar. Kendilerinin bile inanmadığı bir masalsı tarihi, “gerçekmiş gibi” anlatıyorlardı bir süredir. Kültürel metinlerle, örneğin televizyon dizileri aracılığıyla, politikacıların söylevlerinde bu anlatıyı kurguluyorlardı. Dizi film esinli siyaset Ertuğrul Bey’in AKP Genel Başkanı gibi konuşmasından daha da şaşırtıcı, hatta ürkütücü olan AKP Genel Başkanı’nın Ertuğrul Bey gibi konuşması, etrafındakileri de kendine biat etmiş Türkmen beyleriyle karıştırması… Baksanıza koca siyasal parti, haşa huzurdan, biat dışında bir seçenek mevcut değilmiş gibi, varlık nedenleri dizideki şak şakçı halk gibi “çok yaşa Ertuğrul Bey’im, pardon Başkan’ım” demek olan bir heyete dönüştü. Suya sabuna dokunmadan politika yapmak Ana muhalefet partisi, Atatürk’ün adını anmadan, Kuvayı Milliye ruhunu sahiplenmeden politika yaparsa oy tabanını kaybedeceğinden emin. Yirminci yüzyılın başlarından kalma bir milliyetçilikle anlamlandırılarak bugüne taşınan bu ruh, parti söyleminin kurucu unsuru. Yalnızca CHP değil elbette. Diğer muhalefet partileri de politik dillerini geçmişe göndermelerle inşa ediyorlar. Hayatla başa çıkmak… Maske tak diyorlar, takıyoruz; gerek yok diyorlar, çıkartıyoruz. Maske yetmez, kimseyle aranda iki metre olmadan karşılıklı gelme diyorlar, kendimizi iki metrelik sopaların uçlarını tutarak halay çekerken buluyoruz. Buna da “yeni normal” diyoruz, çünkü pandemiden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış.