Mustafa soruyor bir defasında. Gözlüğün gözünde, iyi görebiliyorsun o çocuğu. Ona mı anlatıyorsun, yazı mı yazıyorsun, yazı denen şey üzerine düşünmek için bahane mi buluyorsun, karışık. Boş sayfanın heyecanı aslında bahsedeceğin.
Kelimenin aslında en çağrışıma açık manası “yaymak, döşemek, sermek” olanı. “Kilimi yazdım da bekledim” diyor mesela biri, belki camdan dışarı da bakmıştır o esnada. Daha çok kullandığımız manası malum, bir söz veya düşünceyi belli işaret ve harflerle bir yere geçirmek. Oğuzcadan bu yana var; Orta Türkçeden bu yana yani. Bir de “hata etmek, sapmak” yerine de kullanılıyor. Yazgı da bu kökten. Belki kader de denebilir.
Boş bir sayfa ilk ne zaman heyecan duyurdu sana diye düşünüyorsun. Aslında biliyorsun ama şimdi berberdesin ve berberin eskiliğini övüyorsun laf olsun diye. Berber Mustafa’yı tıraş esnasında pek konuşmadığı için seviyorsun. Soranlara da hep öyle dedin, “Yıllarca berber aradım şu koca şehirde, gün akşam oldu berber bulamadım. İnsan en yakınındakini fark etmezmiş, her gün geçip gittiğim dükkânmış aradığım berber.” Çok eski bir dükkân burası, sanki içinde olduğu mahallenin ima ettiği eskiliği yanlış anlamış da, belli bir zamanda donmayı tercih etmiş. Dökülmüyor ama dokunsan yıkılacak. Pervane yıllar evvel şöyle bir çalışmış ama nereyi nasıl serinletmiş, muamma. Üzerinde bir karış toz var, Mustafa uzun zamandır oranın tozunu alamadıklarını söylüyor. Yukarıdan bağlı olduğu kaide çökebilirmiş çünkü temizlemeye kalkarlarsa. Bu eskiliği bir tek televizyon bozar sanır insan ilk bakışta. Değil, küçücük bir televizyon var tepede, iki duvarın birleştiği yerden çene yapmış kaidenin üstüne tünemiş. Dünyada icat edilmiş ilk televizyon gibi duruyor orada. Kendinden sonra gelen kardeşlere yüz vermemiş bir kraliçe mağrurluğuna sahip. Kardeşleri var, biliyor ama kraliçe olan o. Bizim televizyon da o kadar; hep aynı kanalda, hep aynı sesi çıkararak yıllardır o berber dükkânında çalışıyor mesai arkadaşlarını mahcup etmeden. Şarkılar çalıyor muttasıl.
Orada asılı duran fotoğrafa bakıyorsun. Hiç kimse niye orada olduğunu bilmiyor. Dolayısıyla tam olarak ne için orada durduğunu bilen de yok. Dolayısıyla, fotoğraftakilerin kim olduğunu bilen asla kimse yok. Her gittiğinde dalıyorsun fotoğrafa; camı artık kararmaya yakın, çerçevesi duvarla bütünleşmiş, aynanın üstünde, dikkatli bakılmazsa adeta görünmeyecek kadar duvarın olmuş bir fotoğraf. Aslında fotoğraf olmaktan da yorulmuş. Kimsenin baktığı, gördüğü, bildiği yok. Ama senin dikkatini çekiyor; mekâna daha çok kıymet verdiğin, şahin gözlere sahip olduğun yahut bir gizemi çözmeye en yakın duygusal zekâya sahip olduğun için falan değil. Çocuk sana benziyor. Babası yukarıdan ona bakıyor, o kâğıda eğilmiş, elinde eğik tuttuğu bir kalem var. Babanın yüzü tam seçilmiyor ama bir gurur var belli belirsiz. Çocuğundan büyük bir şey bekleyen ebeveynin sırtından da bakışını tanıyabilirsin.
Mustafa soruyor bir defasında. Gözlüğün gözünde, iyi görebiliyorsun o çocuğu. Ona mı anlatıyorsun, yazı mı yazıyorsun, yazı denen şey üzerine düşünmek için bahane mi buluyorsun, karışık. Boş sayfanın heyecanı aslında bahsedeceğin.
Gece geç saatlerde, herkes ve her şey susmuşken, tabiat sana bir sır verecekmiş gibi yaparken yahut sen bu sırra vâkıf olabilirmişsin vehmine kapılmışken, boş kâğıda bakardın. Her yerde kalemler. Müzik falan da yok. Müzik dürter çünkü, müdahale eder, aklından geçmeyeni aklına sokar, manipüle eder. Uzakta kumru sesi olsun hadi, o kadarına müsaade var. Kalemi alıp, o yazacağın şeyle değiştireceğini düşünürdün. Bir şeyi değiştireceğini. Üstüne bastığında altında birikmiş yağmur suyuyla her kış pantolonunu kirleten kaldırım taşını düzeltebileceğini mesela. Bir tabeladaki yazım yanlışının yol açtığı felaketi hayal eder, bu felaketi düzeltebileceğini düşünürdün. Dünyanın kendi etrafında dönmesini değil de, güneş etrafında dönmesine dair bir yanlışlığı bile düzelteceğini düşünürdün. Karşı komşunun yüksek sesini, ilk kat merdivenlerinde öteki 20’sinden daha geniş yapılmış basamağı, Joyce’un eksik bıraktığı ruh halini, Cemal Süreya’nın Sirkeci’deki bir yürüyüşünü, Sait Faik’in bindiği vapurun çarklarını, Kafka’nın babasını değiştireceğini düşünürdün. Beyaz kâğıt bunu söylerdi. İlk cümleni hep “davet” sayardın.
Mustafa’ya dedin mi bunları? O boş beyaz kâğıttan mı bahsettin, yoksa fotoğraftaki çocuktan mı? Yoksa hepsini birden boş verip makas şıkşıkını dinleyip uyumayı mı hayal ettin? Onu Glenn Gould’a sormak lazım şimdi.