Anayasa mutlak iktidarı, siyasal gücü ele geçirmiş kişi ya da
grupların onu istediği gibi kullanmasını engelleyen; yurttaşa
devlet gücü karşısında güvenceler sağlayan norm ve ilkeler
bütünüdür diyebiliriz. Eksiklikleri olsa da kimsenin bu tanıma
itiraz edeceğini sanmam. Peki anayasa yapıcı iktidar dediğimiz
hiçbir hukuki normla bağlı olmadan yeni bir anayasa yapan iktidar,
neden kendisini bağlama ihtiyacı hisseder? Daha önce bu sayfada
adını andığım Jon Elster’in yanıtı açıktır. Bağlarından arınmış bir
iktidar çılgınlaşır, kendinden geçer, delirir. Bu nedenle örneğin
1982 Anayasası, altıncı maddesinde egemenliğin kullanılmasını
anayasanın belirlediği yetkili organlara dağıtmış, hiç kimsenin
kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağını
hükme bağlamıştır. On birinci maddesinde anayasanın egemenlik
yetkileri kullanan yasama, yürütme ve yargı organlarını bağladığı
hükmünü getirmiştir. Yüz kırk sekizinci maddede Anayasa
Mahkemesi’nin kararlarının kesin ve herkes tarafından bağlayıcı
olduğu normu yer almıştır. On beşinci maddede savaş, seferberlik,
sıkıyönetim ve olağanüstü hal durumlarında dahi kimsenin din,
vicdan, düşünce veya kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı,
bunlardan dolayı suçlanamayacağı, suç ve cezaların geçmişe
yürütülemeyeceği, mahkeme kararınca saptanıncaya kadar kimsenin
suçlu sayılamayacağı ilkeleri getirilmiştir.
İşler olağan seyrinde giderken bu ilke ve normlar tartışılmadan
aktarılır ve savunulur. Peki liberal anayasa hukuku öğretimizin o
çok korktuğu gün geldiğinde, yetkisini anayasadan alan ve egemenlik
yetkisini kullanan bir güç çılgınlaştığında, Elster’in deyimiyle
kendisinden geçtiğinde ne olur? "Eyy Anayasa Mahkemesi" dendiğinde,
savcılar göreve çağrıldığında, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın
binlerce kişi KHK’lerle suçlu sayıldığında ne olur? Kısaca, yürütme
organı kendisini anayasa ile bağlı görmediğinde ve erkini diğer
bütün erklere hakim olacak biçimde genişlettiğinde anayasa
hukukçusu ne der? Elbette burada entelektüel ve bilimsel ahlakı
haiz olanlardan bahsediyoruz. Gerisi -ve ülkemizde çoğunluğu- bir
hukuk tartışmasının konusu değil. Pozitivist hukukun hizmetkarları,
basitçe şunu söyler feryat figan içinde: “Bu yapılanlar anayasa
aykırı; anayasayı ortadan kaldıran bir darbe söz konusu; anayasa
ihlali yapılıyor.” Ve ardından susar. Konuşmaya devam edenler ise
onlara göre artık hukuk alanının dışına çıkmıştır.
BÜYÜK KORKU, BÜYÜK RİYAKARLIK
Egemenliğe ilişkin büyük korku, ona yokmuş gibi davranılması, o
acı gün geldiğinde anayasaya uygunluk testlerinin dahi askıya
alınmasına ve ekranlara bir süreliğine veda edilmesine yol açıyor.
Türkiye’nin içinde bulunduğu çılgınlığı düşündüğümüzde büyük
ilkelerin ve fikirlerin insanlarının dehşetini anlamak zor değil.
Robotlara kızan bakanlar, namaz kıldırılmak istenen robotlar,
televizyonlarda, Instagram'ında savaşa destek mesajı
paylaşmayanlara yapılan linç, barışın adının tutuklama nedeni
sayılması… Mezarların ölülerin milliyetçi intikamın nesneleri
olması…
Kendisine yeni bir anayasa yazma payesi verilen, kaleme aldığı
metinde sosyal hakları bir çırpıda kanuna bırakan Özbudun’u
düşünün. OHAL KHK’leri ya da güvenlik soruşturmaları ile işlerinden
atılan binlerce insan hakkında ne düşünüyordur kim bilir? Kim bilir
diyorum çünkü 2007’deki kadar sık rastlayamıyorum düşüncelerine. Ya
da aktif-pasif laiklik ayrımını koyduğu makalesinde dile getirdiği
fikirlerle istibdadın aktif İslamcılığını karşılaştırdığında neler
söyler acaba? Anayasal Demokrasi başlıklı eserinde Elster’e atıf
yaparken ne kadar da rasyonel ve duygulardan uzak bir dünya hayal
ediyordu kim bilir? Demokratik egemenlik fikriyle liberal anayasa
fikrinin akli uzlaşması… Ya uzlaşmadığı bir an gelirse? İşte o
büyük korku.
Bu sürekli kaçılan büyük korku, liberal anayasacılığın büyük
riyakarlığıdır da. Çünkü yaklaşık iki yüz elli yıllık anayasacılık
tarihinde diktatörlüklerin ortaya çıkması hiç de istisnai
olmamıştır. Faşizmi önce mizahla sonra da dehşetle karşılayan
liberal aydınların yaşadıklarından sonra bu tavrı sürdürmek başka
nasıl açıklanır? George Orwell’in liberal aydınlanmacı aklı
sorgularken söylediği “faşizm konusunda en yüksek kavrayışı
gösteren insanlar ya faşizmden çok çekmiştir ya da içinde faşist
bir taraf vardır” sözleri ne kadar da haklıdır. Aklın karşısındaki
muazzam güçlerden bahseder Orwell; milliyetçilikten, dini
bağnazlıktan, feodal bağlardan.* Medyadaki, meclisteki,
üniversitedeki, bakanlar kurulundaki, saraydaki mevki makam
sahiplerinin aklı her defasında dehşete düşürmeyi başaran gücünden
bahsediyorum; bütün kötücül duyguları aklın karşında ve aklın
icatlarıyla mobilize etme kapasitesinden.
Eleştirdiğim pozitivist hukuk görüşünü en yalın biçimiyle takip
eden fakat birçok başkasının yaptığının aksine susmayan Kemal
Gözler’in eserlerinden de ilham alarak pek çok değerli bilim insanı
ile birlikte 2014 yılından beri anayasasızlaştırma kavramını
kullanıyorum. Fakat soru şu: Anayasasızlaştırılan bir devlette,
mutlaklaşan bir yönetimde anayasa hukukçusu ne yapar? Benim buna
yanıtım, içinde yetiştiğim anayasacılık okulunun da etkisiyle
normatif hukuk alanı ile siyaset felsefesi disiplinlerinin içinde
gördüğüm bir bölgeye, kurucu iktidara dönmektir. Bu yeni bir
anayasa, yeni bir anayasa yapıcı gücü düşünmek anlamına gelir.
Şeriatçı odaklarca katledilişinin ardından 28 yıl geçmiş olan
Muammer Aksoy 1961 Anayasası yapılırken “anayasa üstünde yazılmamış
bir anayasa kaidesi”nden bahseder: o da özgürlüğü hiçe sayılan,
sefaleti görmezden gelinen halkın yeni bir anayasa yapma hakkıdır.
Yani siyasal olan ile normatif olanın kesiştiği bir alan
vardır.
İKİ ANAYASAL SİYASET
Artık siyaseti düşündüğümüzde her neden bahsediyorsak bahsedelim
kurucu bir siyaset momentini varsaymalıyız. Çünkü bütün yıkıcılığı
ve karanlığıyla işleyen Türkiye’de mutlak iktidar siyaseti hiçbir
kurucu potansiyel taşımıyor. Evet yıktı, ve yıllardır izlendiği
gibi kuramıyor da. Sadece dayatıyor ve olmayınca yenisini
dayatıyor. Anayasal düzeyden eğitim ve sağlık düzenlemelerine kadar
bu böyle. Kuramayacak olmasının temel nedeni Türkiye halkını
kuşatacak bir siyasal barışı değil, iktidarını sürdürmeyi
hedeflemesi. Dolayısıyla her adımında krizi daha da derinleştiren
kendisini ve ülkeyi uçuruma bir adım daha yaklaştıran bir anayasal
siyaset izliyor. Fakat Türkiye’de siyasetin artık sadece anayasal
siyaset olarak var olabileceği bir anayasasızlaştırma döneminde,
karşına başka bir anayasal bir siyaset yerine ana muhalefetin
basiretsiz küçük mutluluklar siyaseti çıkıyor. İl başkanlıkları,
belediyeler, kongre delegelikleri, parti meclisi üyelikleri
mutlulukları. Her biri mutlak iktidarın iki dudağının arasında olan
küçük, muhalif siyasal mutluluklar... Zaten olağan olması beklenen
ve sonucunda olağan siyasetsizlik üreten kongre üzerine yazmak bile
içimden gelmiyor.
Türkiye’de bugün anayasa yapıcı bir siyasetin harekete
geçireceği barış ve adalet duygusu, karanlığa karşı yakılacak ilk
ışık, yeni bir başlangıcın hareket noktasıdır. O sloganlaşmış
zavallı soruya, "Peki Erdoğan’ın karşısına kim çıkabilir?" sorusuna
yaşadığımız momentte verilecek yanıt, demokratik kuruculuğun
yaratıcı gücü olabilir ancak, yeni bir başlangıcın arzusunu
taşıyabilecek yatay güçler. Bu yeni başlangıcın koruduğu statükonun
bile farkında olmayan “parti” anlayışlarından çıkmayacağı son CHP
kongresinde açık olarak görüldü. Türkiye halkının iktidarı
bağlayacak, çılgınlığa karşı önlem alacak yeni bir barışa, adalete
ve eşitliğe yönelik arzusunu “parti” formlarının ötesinde
düşünmenin zorunluluğunu bir kez daha açığa çıkarma işlevi
bakımından olumlu bir gelişme olarak da okunabilir tabii CHP
kongresi.
*George Orwell’in Sel Yayınları’ndan çıkan Faşizmin Kehanetleri
eserindeki bütün yazıların okunmasını öneririm.