Yeni bir Enternasyonal’e doğru
İnsan, yeryüzünü hızla dönüştürürken hâlâ bir umut olabileceğini söyleyen; günümüzün olanaklarını kullanarak zihin ve beden emekçilerine seslenip antroposenin işleyişini bozacak girişimlerin varlığından bahsediyor McKenzie Wark... Marksist teorilerle birlikte edebiyata, aktivizme ve felsefeye göz kırptığı Moleküler Kızıl’ı bu imkân üzerine inşa eden Wark, Siborg Enternasyonali’yle yeni bir dünya kurma heyecanını paylaşıyor okurla.
Ali Bulunmaz
Antroposen, aslen jeolojik bir kavram; zamanla insan-doğa etkileşimi ve mücadelesine atıf yapan ekolojik anlamlara büründü. İnsanın, yeryüzünü geri döndürülemez biçimde değiştirip değiştirmediğini sorgulayan çevreciler, biliminsanları ve düşünürler, deyim yerindeyse antroposene dair bir sondaja girişti, yan öğelerle zenginleştirdiği kavramın içini antropolojik ve felsefi bilgilerle doldurdu.
İklim değişiklikleri, bazı türlerin yok oluşun eşiğine gelmesi, plastik denizleri ve birkaç hafta önce daha net biçimde görülen kutup dairelerindeki korkutucu tablo karşısında ses yükseltenler, doğa-insan ilişkisinin yeniden ele alınması gerektiğini gündeme getirdi.
Kritik soru şu: Buradan geri dönülebilir mi? Başka bir deyişle yeryüzünün bir geleceği var mı? Bilim insanlarının ve düşünürlerin çoğunun bu sorulara umutla yanıt verdiği söylenemez ama kesif bir karamsarlığa da kapılmamak lazım. Bunun için şu antroposenin ne olduğunu tam manasıyla kavramak gerek. Çünkü sorunun kendisi, içinde çözümler de barındırıyor.
Antroposen kabaca, insanın yeryüzüne müdahale ettiği; doğayı, kendisine “yaşam alanları” açmak üzere kontrol altına almaya çalıştığı zaman dilimi diye tanımlanabilir. Buna “doğal felaketler çağı” diyenler de var.
Slavoj Žižek, Antroposen’e Hoş Geldiniz (Çeviren: Mehmet Budak, Encore Yayınları, 2012) başlıklı kitabında, kavramla (ve dönemle) ilgili fikir beyan ederken “doğal ve sosyal hayatın iç içe geçişi” gibi bir ifade kullanıp ekolojik felaketlerin çözümü ya da doğal dengenin bir parça sağlanabilmesi için devletlerden veya piyasa ekonomisinden medet ummanın yanlış olduğunu söylemişti.
Žižek, birkaç kuruma ya da kişiye atmak yerine, suçu ve sorumluluğu topyekûn üstlenmemiz gerektiğini çünkü bu dönemi, Sanayi Devrimi’nden itibaren el birliğiyle yarattığımızı belirtmişti.
Doğa, insana gezegendeki canlı türlerinden biri olduğunu devamlı hatırlatırken Žižek, “sürdürülebilirlik” mitinin tabiata uyarlanışından daha fazlasına ihtiyaç duyulduğunu ifade edip “insanın, kendini bir tür olarak yeryüzündeki hayatın içerdiği türlerden biri diye algılaması gerekiyor” demiş ve şöyle bir çıkış yapmıştı: “Hayatta kalmak istiyorsak sınıfsal pozisyonumuzdan ya da politik yönelimimizden bağımsız olmak üzere, ‘ekolojik krizin üstesinden gelmemiz gerekiyor’ yollu akıl yürütme fena hâlde yanıltıcı: Ekolojik krizin kilidini açacak anahtar, aslında ekolojide saklı değil.”
1990’ların başında, SSCB’nin parçalanmasıyla kapitalizm, Sanayi Devrimi’nden sonraki ikinci büyük sıçramayı yapıp Žižek’in anımsattığı yolu tıkamaya çalıştıysa da ister istemez belli imkânları beraberinde getirdi. Sorunun kaynağındaki teknolojik atılım, durumun ciddiyetinin yeryüzünün tümüne gösterilmesinde önemli bir pay sahibi oldu.
İnsan, yeryüzünü hızla dönüştürürken hâlâ bir umut olabileceğini söyleyen; günümüzün olanaklarını kullanarak zihin ve beden emekçilerine seslenip antroposenin işleyişini bozacak girişimlerin varlığından bahsedenlerden biri de McKenzie Wark’tı.
Marksist teorilerle birlikte edebiyata, aktivizme ve felsefeye göz kırptığı Moleküler Kızıl’ı bu imkân üzerine inşa eden Wark, Siborg Enternasyonali’yle yeni bir dünya kurma heyecanını paylaşıyor okurla.
DÜNYANIN DEĞİL, TARİHÖNCESİNİN SONU GELDİ
“Tarihöncesi son buldu”, antroposeni tanımlama aşamasındaki anahtar ifadelerden biri. Wark’ın da atıf yaptığı bu ifade, aynı zamanda büyük atılımları, hızı, öngörülemezliği, hatta sınırsızlığı çağrıştırıyor. Aslında bu belirlemelerin kendisi bile bir sınır çiziyor, öngörü içeriyor ve hızı kesiyor. Yazarın giriştiği kavram kazısı, söz konusu ikircikli duruma dayanıyor bir bakıma.
Dünyanın değil, tarihöncesinin sonunun geldiğini söyleyen Wark’ın varmaya çalıştığı nokta, yeni bir eleştirel teori. Yalnız buraya dikkat etmek gerek; yazar, “yeni” diyor, melez demiyor; geçmişe bakmak, hatta oradan beslenmek kadar, bugün ne olup bittiğini kavramak da önemli.
Wark, bunun bilincinde ve sunulanlarla imkânlar arasındaki farkları görüyor: “Sağduyu, Soğuk Savaş’ın bittiğini, Sovyetler Birliği’nin kaybettiğini, ABD’nin kazandığını söylüyor. Kimileri bir ‘manevi sovyet’ içinde kış uykusuna çekilmeyi yeğlese de hâkim hava, egemen Amerikan usulü kapitalizmin küresel bir zafer kazandığı yolunda. Moleküler Kızıl’ın tarihsel eğrisi bundan farklı. Buna göre Sovyet sisteminin çöküşü, Amerikan sisteminin çöküşünün habercisi. İlkine ait yıkıntılar gerçek ve iç karartıcıyken ikincisinin yıkıntılarının ne olduğu henüz tam olarak anlaşılmış değil. Yıkıntılar arasında gezinen bir yolcu, yarı yarıya kuma gömülü paslanmış bir geminin burnu ile karşılaşabilir. Bu devasa gemi kalıntısının çevresinde hiçbir şey kalmamıştır; sadece sınırsız ve çıplak umutsuzluk. Geminin adı silinmiştir ama Shelley’nin şiirinde ‘Kendini büyük sanan bir kez de bana baksın!’ diye böbürlenen efsanevi Mısır Kralı Ozymandias’ın adı pekâlâ uygun düşebilir ona.”
‘BİLGİ VE EMEK NASIL ÖRGÜTLENEBİLİR?’
Wark, antroposenin çerçevesini çizerken moleküllerin geri dönüştürülemezliğinden bahsedip “moleküllerin zıvanadan çıktığı yerde, bir metabolik yarılma vardır” diyor. Bu, maddi anlamda zenginleşmeye denk gelirken doğal fakirleşmeye; toprağın kirlenmesine, denizlerin ve diğer su kaynaklarının enikonu yok oluşuna, iklim değişiklikleriyle beliren “girdaba” işaret ediyor.
Mevcut duruma karşı getirilen “çözüm” önerileri muhtelif ama hiçbiri yeni değil: Piyasa, daha çok teknoloji, karbon ayak izi ölçümü ve teknolojiden (inorganik hayattan) uzaklaşıp organik yaşama geçiş… Wark’a göre ilk önce bu “çözümlerin” sefaletini ortaya koymak ve ardından disiplinlerarası yaklaşımla yönelinen farklı bilgi ve pratikleri örgütlemek gerek.
Yazar, bu görüşüne iliştirdiği soruyla kitabın güzergâhını belirliyor: “Hayatı sürdürmek üzere gerekenleri doğadan çıkarıp alma süreci, hayatın temellerini dinamitleyen ikincil etkilere yol açıyorsa bilgi ve emek, bu süreç için nasıl örgütlenebilir?”
Söz konusu soruya, Sovyet rejiminin sumen altı ettiği, unutturduğu ve fikrî sürgüne yolladığı Aleksandr Bogdanov ve Andrey Platonov’dan hareketle yanıtlar veren Wark, emek ve doğa örgütlenmesi izleğiyle ilerlerken kervana, ütopya ve bilim bağlamında başka isimleri de katıyor: Donna Haraway, Paul Feyerabend, Karen Barad, Paul Edwards, Kim Stanley Robinson…
ALTERNATİF GERÇEKLİK
Bogdanov’un, örgütlenme temelli sosyal demokrasi fikrine gönderme yapan Wark, “emeğin karşısındaki doğa”nın burada önemli bir konu olduğunu hatırlatırken birleşen ve “yoldaşlaşan” emekçilerin (işçilerin), yazarın teorisi ya da hikâyesinde hayati bir unsur hâline geldiğini vurguluyor.
Bahsi geçen hikâye, teknolojik bir emek ütopyasına dönüşürken Wark’ın anımsattığı üzere, doğayla mücadele ekseninde “siber-komünizme”evrilir. Bunun özünde ise bilgi örgütlenmesi ve kültürel gelişim araçlarının oluşturulması yer alır.
Söz konusu durumun Platonov’daki yansıması ise emek için ve emekle bir bilgi örgütlenmesidir. “Edebiyat fabrikası” fikri, Wark’ın deyişiyle Platonov’da hayatın olağan akışının bir hâl yoluna sokulması, insanın kolektif emeğinin ve görevlerinin sistematize edilmesine karşılık gelir. Bunun doğal sonucu, işbölümünün ve kazancın paylaşımının daha ön plana çıkmasıdır.
Emek-doğa ilişkisinin, bilim-ütopya bağlantısına doğru kayması, Wark’ın anlatısında bir kırılma noktası yaratıyor. Bilimsel ve teknolojik altyapıyla yeni bir dünya (ya da akış) tasarlama fikri, yazarın dediği gibi antroposende emeği tekrar düşünmeyi gerektirmekle kalmıyor, “beden ve kod fetişizminin hesaba katıldığı” yeni bir emek örgütlenmesi babında bir Donna Haraway okumasını zorunlu kılıyor ki Wark da bunu, Siborg Manifestosu gölgesinde yapıyor zaten.
Yazar, Haraway’le ilgili şöyle bir not düşmüş: “Dilin metafor zincirleri, gerçek ya da hayali koca koca dünyaları çepeçevre kuşatacak kadar ötelere uzanır. Haraway’in ısrarla söylediği gibi yeni emek ve deneyim biçimlerinin gelişebileceği hatlar açtığı için metaforların böyle bir uzanıma sahip olması olumlu bir rol oynar.”
Kapitalist gerçekliğin ardından gelecek bir gramer keşfetmeyi arzulayan Kim Stanley Robinson, post-burjuvaya yoğunlaşıyor Wark’a göre. Bu, aynı zamanda ütopyacı imkânlara denk gelip “fiîlen var olan birçok güncel ya da tarihsel topluma” işaret ederken “dünyalaştırma” gibi bir kavramı içeriyor.
Wark’ın teknik ve örgütsel emeği buluşturup bir “tarih laboratuvarı” kuran Robinson ile ilgili yorumu da ilginç: “Robinson’da can alıcı önem taşıyan bir şey vardır: Sadece potansiyel siyaset, fiîli siyasete karşı konumlanmaz; potansiyel teknikler de ulusötesi şirketlerin fiîli tekniklerine karşı konumlanır. Ütopya için mücadele, başka pek çok şeyin yanı sıra hem teknik hem de siyasidir.”
Wark, adını andığı tüm isimlerden hareketle insan çağında “yeni”nin peşine düşüyor; bu, yeni metaforlarla beraber yeni bir hakikate veya enternasyonale de karşılık gelebiliyor. Bu noktada son sözü yazara vermeli:
“Bize gereken bir alternatif gerçekçiliktir. İşbirliği içindeki bilme ve yapma emeğine hep yakın duran; tarihin nasıl daha farklı işleyebileceğine dair çoğul anlatılara doğru açılan bir gerçekçilik. Geçmiş deneyimle şekillenen ama onunla sınırlı kalmayan bir gerçekçilik. Böyle bir gerçekçilik, eleştirel düşünceyi kimi baskın eğilimlerden uzağa doğru yönlendirmeyi gerektirir: Felsefede bir spekülatif gerçekçilik yerine, nesnel dünyanın sözcüsü olmaya soyunmayan, hele mutlaklık iddiasında hiç bulunmayan bir spekülatif kurmaca; her şeye kadir bir sermaye takıntısı ve her şeyi düzeltecek saf bir komünizm hayali yerine, emeğin ve doğanın karşı karşıya gelme ve birbirini bozma yolları üzerine işlerliği olan bir bilgi: Batı metafiziğinin zirvesi olarak görülen teknolojinin topyekûn eleştirisi yerine, siborg bedenlerimizin teknolojiyle dolanıklığının açık yüreklilikle teslim edilmesi…”