Karşılaştırmalı siyaset bilimi çalışmalarında şu kalıp neredeyse artık zorunlu koşul haline geldi: “Macaristan’da Orbán, Polonya’da Kaczyński, Hindistan’da Modi ve Türkiye’de Erdoğan…” Geçen yıl, Brezilya’da Bolsonaro ve Birleşik Devletler’de Trump da bu kalıbın içinde sayılmaktaydı. Bu kalıbın içinde yer alan ülkelerin birçok ortak özelliği var. Yaygın biçimde kabul edilen “demokratik gerileme” kavramsallaştırması ekseninde; i. yürütme gücünün yargı ve yasama üzerinde hakimiyet kurarak kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırması, ii. olağanüstü yönetim araçlarının olağanüstü hâl ilan etme koşulu aranmaksızın uygulanması, iii. kamu kurumlarının gücü kırılarak dikey kuvvetler ayrılığının yok edilmesi, iv. yaygın medyanın yürütme gücünün kontrolü altına alınması, v. seçim kanununda yapılan değişiklikler, seçimlerin ayarlanması gibi yollarla bir seçim yarışı görüntüsü altında azınlığın çoğunluk haline gelerek iktidarın el değiştirmesinin engellenmesi, vi. toplumdaki azınlık gruplarının dinsel-muhafazakar siyasi söylem ve uygulamaların baskısı altında hedef gösterilmesi ve kriminalize edilmesi vii. başkana yakın ya da yaklaşan kişilerin kamu ihaleleri aracılığıyla zenginleşmesi ve devlet eliyle büyütülen bir oligarşinin yaratılması…
Birbirine çok benzer, birbirinden öğrenircesine kullanılan araçlarla gücün tek elde toplanmasını, gücün el değiştirmesini önleyecek yöntemler geliştirilmesini, yurttaşlar topluluğu içinde yer alan muhalif ya da azınlık gruplarının çeşitli ve ağır yöntemlerle kriminalizasyonunu sağlayan bu rejimlere ilişkin bazı yaygın adlandırmalar var: Post faşist rejimler, neofaşist rejimler, başkancı rejimler, seçimli otoriter rejimler vs.
Bu rejimler arasındaki benzerlikleri, farkları, ilişkileri inceleyen çokça nitelikli değerlendirmeler var. Farklı disiplinler anlama ve adlandırma girişimlerinde bulunuyorlar. Örneğin anayasacılar arasında pek meşhur kavramlar var: suistimalci anayasacılık, anti - anayasacılık, karşı (counter) anayasacılık. Birbirilerinden farklı belirlenimleri olsa da ortak bir göndermeleri bulunan bu kavramlar ortada bir anayasacılık olduğunu söylüyorlar. Yani yapılanlar, meşru olmasa da yapılan anayasa değişiklikleri anayasaya aykırı olsa da hâlâ anayasa yoluyla yapılan değişiklikler söz konusu. Türkiye’de Kemal Gözler tarafından yaygın biçimde bilinir bir içeriğe kavuşturulan anayasasızlaştırma kavramını da bu perspektiften görmek gerek.
İktisatçılar, sosyologlar, siyaset felsefecileri bu fenomen üzerine kendi meşreplerince kafa yoruyorlar. Fakat meselenin bir bilimsel nesne ile sınırlı olmadığı aşikâr. Dünya nüfusunun önemli bir bölümünün 1970’lerin ortalarından beri sermaye sınıflarının açık saldırısı altında artan gelir eşitsizlikleri, zorlaşan yaşama koşullarında yaşadığı bir dönemde; demokratik kazanımları zor yoluyla geri alan, demokrasinin öznesi olarak halkın kendi gücünü ortaya koyacağı araçlara saldırarak onu pasifize eden bu rejimlerin mevcut zaman ve mekanımızda yüz milyonlarca insan ve yaşamları bakımından, gelecek kuşaklar bakımından bir anlamı var.
Devletler sistemi, bölgesel birlikler bakımından da bir anlamı var. Örneğin seneye bu zamanlar AB Konseyi dönem başkanı olması beklenen Macaristan’ın durumunun Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin bir anlamı olacak. Birlik Antlaşmasının 7. Maddesi uygulanacak mı tartışması da Avrupa Parlamentosu’nun kararının ardından şimdiden gündemde. Bir yandan bu rejimler arasındaki ilişkiler ve birliktelikler ufukta görünüyor mu sorusu da anlamsız değil. Dünyamızın geleceğinde post – faşist devletler arasında ilişkiler güçlenecek mi, aynılar aynı ittifaklar içinde toplanacaklar mı sorularını sormak için erken mi? Emin değilim.
Tüm bu düşünceler içinde, sevgili Yasemin Özdek Hoca’nın uzun bir zamana yayılmış makalelerinden oluşan "Neoliberal Otoriter Dönüşüm ve Türkiye" adlı kitabını okudum. Türkiye’deki siyasal rejimin dönüşümünü, neoliberal dünyanın içinde serpilen ve onun tarafından beslenen otoriterlik içinde arayan; bu rejimlerin özellikle kadınlara ve LGBT+’lere yönelik somut saldırısını da neoliberal otoriterliğin içinde konumlandıran kitapta 4 temel makale var.
Kitapla aynı adı taşıyan birinci makalede, yukarıda örneklendirdiğim rejimlerde yürütme gücünün merkezileştirilmesi ve tekleştirilmesinin somut uygulama örnekleri veriliyor. Fidesz ve PiS uygulamaları arasındaki ortaklıklara bakıldığında, Türkiye’de rejimin dönüşümünde kullanılan yöntemler arasında çarpıcı benzerlikler buluyorsunuz. Elbette yazarın bunu neoliberal birikim rejiminin demokrasisizleştirme programı içinde ele aldığını belirtelim.
İkinci ve üçüncü makalelerde kadın mücadelesinin kazanımlarına yapılan saldırıların neoliberal birikim rejiminin içinde yükselen otoriterlik içinde anlamlandırıldığını görüyoruz. Dinler farklı olsa da kadınların üreme üzerindeki kendi kontrollerinin kaldırılması, bekar annelere sağlanan haklar, sosyal devletin sağladığı kreş, bakım hizmetlerinin ortadan kalkmasıyla kadın emeğinin evin içine sokulma çabaları, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı hem Kilise’nin hem de Müslüman devletlerin saldırı… Kadın ve LGBT+ düşmanlığı bu rejimlerin ideolojik olarak en çıplak benzerlik gösterdiği alan ve bunun “nas” ile açıklanmayacak bir anlamı var.
Son makalede, bu rejimlerin kurulabilmesinin en temel aracı olan yargı ele alınıyor. 1970’lerde Birleşik Devletler’de başlayan yargının özelleşmesi süreci, uluslararası tahkim ve çok hukukluluğun yaygınlaşması başlıklı üç eksende ele alıyor. Kamusal adaletin çözülüşünün sadece yürütme gücünün güncel baskısıyla değil, uzun süren bir çözülme sürecinin etkisiyle gerçekleştiğini gösteren bu makalenin ayrıca dikkat çekici olduğunu söylemek gerek.
Geniş bir literatürün oluştuğu bu meselede derinlemesine çalışmalar yapmak, bu rejimleri yaratan faktörler üzerine düşünmek, anlamak gerek. Anlamayı edilgin değil, eylemli bir faaliyetin parçası, değiştirme çabasının koşulu olarak görüyorum.