23 Haziran ‘tekrar’ seçimi, aslında ülkenin atmosferinde bir süredir asılı duran ‘değişim’in herkesçe görülmesini sağladı. İktidarın ‘oylarımızı çaldılar’ diyerek iptal ettirmesiyle tekrarlanan seçimde, üstelik bizzat o iktidarın ‘Reis’i tarafından mütemadiyen Türkiye’nin kalbi ilan edilmiş İstanbul’da, Ekrem İmamoğlu’nun, Binali Yıldırım’a 10 puan fark atması, yeni sonuçlar doğuracağı açık olan anlamlı bir ‘değişim’ işaretidir. Bu, öncelikle, her iki ismin taşıdığı kişisel ve simgesel özellikler açısından böyledir.
Birincisi, arkasındaki alacalı ittifak desteğine rağmen son noktada CHP adayı olan ve oyları ‘Altıok’ vinyeti altına vurulan İmamoğlu karşısında alınan bu ağır yenilgi; esasen cumhuriyetin ilk yıllarından beri kullanılan, ama özellikle AKP’li yıllarda, toplumun kimlikler ve yaşam alışkanlıkları üzerinden suni bölünmesine dayalı, bir tür ‘iki milletli’ sistemin ideolojik yenilgisidir. Bu ‘ikili’ sistemde, öteki tarafı tarif için sıkça tekrarlanan ve hem küçümseyici hem de yabancılaştırıcı bir efekt içeren ‘Cehape’ söyleminin işaret ettiği fiziki-siyasal karşılık, 10 puanlık kırıcı bir fark atmıştır…
İkinci olarak, Binali Yıldırım’ın kişisel ve simgesel özellikleri de bu yenilgiyi bir başka açıdan daha anlamlı bir noktaya taşıyor. Binali Yıldırım, Erdoğan’ın birinci nesil kadrolarından geriye kalan çok az sayıda kişiden biri, bir tür ‘kök unsur’ idi. 1994’te yerel yönetimlerde başlayan iktidarlaşma sürecinde, hep önemli görevlerde, sadık, güvenilir ve sıklıkla taltif edilen bir figür olarak bulundu. AKP ve imtiyazlılarının ‘kalkınma’ stratejisinde öneme sahip olan birçok operasyonda ‘otoriteyi temsilen’ yer aldı. Bu haliyle de Erdoğan tarafından, İstanbul kalesini savunmak için, envanterindeki en güçlü silah olarak görülüp surlara yerleştirildi, ama kalenin yıkılmasını engelleyemedi.
Bu iki ‘durum’, egemen siyasetin ideolojik kabuğunda bulunan ve uzun süredir Erdoğan/AKP inisiyatifinde yönetilen gerilimin, yeni bir kabuk yaratmak üzere kırıldığını göstermektedir. Bu gösterge, Türkiye egemenlerinin yeni bir siyasi düzlem yaratma ihtiyacı ve zorunluluğunu işaret etmesi açısından ilginçtir, ama yine de öznel ve ikincil bir sonuçtur. Bu sonucu ortaya çıkaran nesnel koşullar, esasen ekonomik huzursuzluklar ve bunlara bağlı toplumsal dönüşümler tarafından belirleniyor. Ve bu durum, sandık sonuçlarından ‘teknik olarak’ da okunabiliyor.
Sandık sonuçlarında ortaya çıkan işaretlere bakmadan önce, destekleyici bir argüman olarak belirtmeli ki, AKP’nin aslında yeni olmayan gerilemesini, sınıfsal kavrayışıyla büyük sermaye, güçlü siyasal sezgileriyle de Erdoğan, uzunca bir süredir görmekteydi.
Erdoğan’dan başlayalım…
2017 yılının nisan ayındaki anayasa referandumunda başlıca büyükşehirlerin tümünde ‘Hayır’ oyu çıkmasının ardından ilk tepki olarak “Atı alan Üsküdar’ı geçti” tutumu takınan Erdoğan, muhtemelen o an bile, bunun sadece ‘günü kurtaracak’ bir kap-kaç olduğunu, o gün sandık sonuçları oldu-bittiye getirilse bile, toplumda tersine bir ‘trend’ oluştuğunu görüyordu. Referandumdan sadece birkaç hafta sonra “metal yorgunluğu” kavramıyla gündeme getirdiği örgütsel değişim ihtiyacı da bu ‘görüş’ün bir sonucu olmalı. Ama AKP teşkilatında, büyük oranda bizzat kendi elleriyle yarattığı tahribat nedeniyle umutsuz bir ütopyaydı bu örgütsel değişim gayreti. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok şehrin belediye başkanına görevden el çektirme ve bazı teşkilat yönetimlerinin tasfiyesi ile girişilen operasyon da kadük olmakla kalmadı; parti içi kliklerin en imtiyazlısının iç gerilimleri tırmandıracak şekilde genleşmesini hızlandırdı.
‘Metal yorgunluğu’ parolası, Erdoğan’ın örgütsel-fiziki duruma ilişkin rahatsızlığının ürünüydü. Kendisini rahatsız eden bir başka somut durumu ise “kültürel iktidar olamadık” parolasıyla dile getiriyordu. Erdoğan için ‘kültürel iktidar’ sorunu; siyasi, idari ve hukuki alanlarda, cebren ve sandık marifetiyle edinilmiş üstünlüğün bir ideolojik-kültürel etki alanına dönüşememiş olmasıydı. Bunu, kendi etrafında kümelenmiş ve ideolojik, kültürel bir birikim oluşturması beklenen kişi ve grupların öznel yetersizlikleri/gayretsizlikleriyle; ama asıl olarak da kendi kurmaca toplum anlayışına uygun bir ‘kültürel müesses nizam vesayeti’ ile izah etme yolunu seçti. Kendi donuk tarih ve toplum anlayışının kalıplarına sığmayan bir sınıfsal devinimle karşı karşıya olduğunu, giderek daha çok kentleşen ve sınıfsallaşan kitlesinin ihtiyaç ve beklentilerinin kaçınılmaz olarak değiştiğini, gör-e-medi. Bu da tüm güçlü siyasal sezgilerine ve taktik-idari yeteneklerine rağmen, gerçekte baştan beri taşıdığı ideolojik dezavantajının bir sonucuydu. Maddi tarihin yol göstericiliğinden mahrum ufku, ağrıyan yeri hissetse de teşhisi koymasını engelliyordu.
Tarihsel kökleri Erdoğan’dan çok eskiye giden sanayi burjuvazisi başta olmak üzere, bazı sermaye fraksiyonları da –zaman zaman çeşitli şerhler koysalar da– son noktada oluşumuna ve ihyasına destek verdikleri yeni rejimin opaklaşmasını, donuk bir yüzeye dönüşmesini gördüler. Büyük sermayenin sözcüsü TÜSİAD’ın dozu giderek artan eleştirileri ve AKP iktidarının en önemli sınıfsal dayanaklarından olan orta ve küçük ölçekli ticaret burjuvazisi loncalarının mahcup mızıldanmaları bu kapsamdadır. Bunlar, AKP iktidarına ‘ilkesel’ olarak karşı çıkan kesimler değil; tek adam rejiminin, kendi sınıfsal taleplerinin karşılanması noktasında arızalara yol açan ‘bazı sakıncalı yönlerine’ itiraz eden kapitalist sınıflar. AKP, çalışan sınıfların, yoksulların ve Anadolu’nun politik rızasını üretirken, bir yandan da ucuz işgücü, örgütsüz çalışanlar, yasaklanmış grevler vs. evreni yaratıyordu. Ama bu denklemin birinci tarafını sağlayamaz hale geldikçe, iktisadi egemenlerin şüpheci temkinliliğiyle karşılanır oldu. Bunların, iktisaden daha güçlü kanadını oluşturan büyük sermaye başta olmak üzere tümü; sınıfsal taleplerini, giderek daralıp bağnazlaşan bir ‘rejim’ çökeltisine teslim etmeye razı görünmüyor nihayetinde.
İşte, belirtileri Erdoğan ve sermaye sınıfları tarafından, kişisel sezgiler ve sınıfsal duyarlılıklarla anlaşılan bu ‘erime’, 23 Haziran seçimlerinin sonuçlarıyla daha nesnel hale geldi. Erdoğan/AKP’nin hegemonyasının sınıfsal ve ideolojik gerilemesi, sadece toplamdaki yüzde 10’luk hezimet farkıyla değil, bu hezimeti doğuran sonuçların kent içindeki dağılımıyla da görünür oldu.
Bu görüntünün iki sivri ucu var.
İlki, AKP gerçekliğinin bir varoluş koşulu olarak, emekçi sınıflardan devşirdiği destek pozisyonundaki gözle görülür değişim. 23 Haziran’da Cehape oylarının, uzun yıllar sonra AKP oylarını geride bıraktığı bazı ilçelere dikkat çekelim önce: Bahçelievler, Bayrampaşa, Beykoz, Beyoğlu, Eyüp, Sancaktepe, Tuzla, Zeytinburnu…
Bu ilçelerin tamamı, hem geleneksel anlamda hem de güncel anlamda işçi sınıfının yoğun olduğu ilçeler. Ve (1999’da bir kez DSP tarafından kazanılan Beykoz hariç) tümünde, 1994’ten beri ilk kez RP-FP-AKP çizgisi dışında bir parti öne geçiyor. Bunlara ek olarak, Bağcılar, Pendik, Güngören, Ümraniye, Gaziosmanpaşa, Kağıthane gibi, yine ucuz emek gücünün yoğun olarak biriktiği ilçelerde de iktidar önemli oranda oy kaybetmiş, sonuçlar neredeyse başa baş hale gelmiş durumda. Bir önkabul olarak ‘AKP hinterlandı’ gibi görülen bu bölgelerdeki dönüşüm, aslında hem Erdoğan’ın ‘metal yorgunluğu’ öncü söylemiyle sezdiği hem de sermaye sınıflarının tedirgin olduğu ‘dipteki’ akıntıdır. Kendi doğal sınıfsal rotasında akacak bir mecraya sahip olmadığından, olası merkez alternatif tarafından emilmiştir. Bu ‘dip çalkantı’nın yönetimi açısından, Ekrem İmamoğlu’nun kişisel özelliklerinde ve potansiyelinde ortaya çıkan ışık, Türkiye egemen siyaseti açısından da görülmüş durumdadır. Bir de şöyle söylersek, AKP’nin, işçi sınıfı ve genel anlamda alt gelirli çalışanlar arasındaki siyasal hakimiyetinin sona ermekte olduğuna dair somut durum, bu sınıfların karşıtı durumundaki sermaye tarafından da, onları bir süredir sisteme kazanmakta olan Erdoğan tarafından da görülmüştür. Bunların ilkinde, bu somut sorunu kendi lehine yeni bir ortam yaratmaya dönük sınıfsal kurnazlık; ikincisinde ise konuyu iradi gerekçelerle açıklamaya/çözmeye dönük ideolojik vasatlık vardır.
İkinci sivri uç ise, seçim sürecinin son haftasına damga vuran ‘Kürt oyları’ndan geliyor. “Kürtlerden oy alabilen tek merkez parti” iddiasındaki AKP (Sivas’ın doğusunda bunlar yoktur söylemini hatırlayalım), zaten zorlama ve son noktada yanlış bir indirgeme olan bu iddiasını, İstanbul’daki Kürt toplumu açısından büyük oranda kaybetti. TRT, AA gibi kuruluşların yanında bizzat Erdoğan’ın da rol almaktan çekinmediği Abdullah Öcalan mektubu (hatta Osman Öcalan röportajı gibi) gayretler hiçbir sonuç üretemedi. Bu, Kürt halkının siyasal bilinç düzeyindeki gelişkinliği gösteren bir işarettir elbette. Ama aynı zamanda, AKP’nin, vaktiyle kendi meşruiyetini dayatmasının enstrümanlarından birini kalıcı olarak hükümsüz kılmaktadır. AKP artık, Türkiye’nin önünün açılabilmesi için öncelikle çözmesi gereken sorunlardan birinde, barış konusunda, kredisini büyük oranda tüketmiş görünmektedir.
Gerek merkez siyasetin yeni yükselen aktörleri, gerek AKP kökenli ‘yeni arayışlar’ açısından, emekçilerin dağılan rızasını yeniden toplamaya ve Kürt siyasi hareketinin oyun kurucu/bozucu gücünü kapsamaya çalışacak bir yol arayışı olacağını tahmin edebiliriz. TÜSİAD’ın 23 Haziran’dan bir gün sonra yaptığı açıklamada kullandığı ve “iş dünyası da üzerine düşen görevleri yerine getirecektir” diyerek kendi varlığını da iliştirdiği ‘yeni dönem’ tabiri, bu açıdan da anlamlıdır.