Eski ve (“kumpas mağduru” için Arapça kökten terim türetirsek,
iki yılı aşan mahkûmiyetiyle) “mukampıs” Genelkurmay Başkanı
Başbuğ’un açıklamaları tuhaf (yahut belki kasıtlı?) zamanlamayla
cuk oturdu. Dolaplardan çıkan iskeletler ortaya döküldü, gölgelerin
arasından sırıtan kadim kurukafalar belirdi.
Zaten olan oldu, torba doldu: Barış Akademisyenleri
üniversitelerimizden ayıklandı. Yasal Kürt siyasi hareketinin lider
ve temsilcileri hapse tıkıldı. Taksim Meydanı’nın ortasında devasa
Cumhurbaşkanlığı çadırı var, hemen gerisinde Gezi Parkı’nın
uzantısı plato Çevik Kuvvet’in daimi konuşlanma alanı. Cumartesi
Anneleri’nin kendilerini toplumsal bellekten sildirmemeye beyhude
çabaladıkları Galatasaray aynı. Silâhlı ve polis yetkili bekçi
teşkilatı kuruldu. “Kimlik kontrolü var” seslenişine uyarak ötesini
sormadan, toplu taşıma araçlarını kullanırken kafa kağıtlarımızı
memurlara uzatıyoruz. Tek suçu ömrünü köprü kurmaya adamak olan
Osman Kavala rehin. HDP’nin tüm il ve ilçe belediyelerine keyfi
biçimde, yalnızca “devletin gücünü” göstermek adına, oralarda
görevli kamu yöneticileri kayyum atandı. Önceki Genelkurmay Başkanı
da Milli Savunma Bakanı yapılınca, bunun adı askeri vesayetin sonu,
“Ergenekon'dan çıkmak” oldu.
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı, ülkemizde muhalefetin bir türlü
kavrayamadığını yaptı: Ne yaptı biliyor musunuz? Siyaset.
İngiltere’nin muteber The Guardian gazetesine verdiği mülakatta,
durduk yerde Kırım’ın Rusya tarafından ilhakından söz etti, Hatay’a
atıfla ikinci Tayfur Sökmen olmaya niyeti bulunmadığını
açıklayıverdi. Akustik o denli iyi ki bizde, CHP dahil her yerden
birden ses geldi. Eğer başka “Sökmen” adayları varsa Sayın
Akıncı’nın yaklaşan seçimdeki rakipleri arasında, onlar açığa
düştü. Ankara’da da Sırrı Süreyya’nın başka bağlamda kullandığı
deyimle “ergen İmam-Hatipli” hülyaları barındıran, kutupsuz yeni
küresel düzen selinden kütük kapmaya heveslenen bulunuyor idiyse,
onlar da kazık fren yapmak durumunda kaldı.
Uğursuz 1990’larda, Güneydoğu’da köy yakmalarla nüfus
boşaltılmış, TSK Kuzey Irak’a konuşlanmış, ülkemizin tüm zamanların
en bereketli gümrük kapısı Habur’un denetimi Özel Kuvvetler’e
geçmiş, Irak Türkmenleri dosyası MİT’ten alınıp, TSK’ye verilmişti.
Karanlık cinayetler, suikastler ayyuka çıkarken, yapay Kardak
Krizi’yle de Yunanistan’la harbe girmenin eşiğinden dönülmüştü.
Bugün “Mavi Vatan” gibi ayağı gerçeklere basmayan bir sloganla,
yine muhayyel bir kuşatmanın yarılmasından söz ediliyor. “Hani
neredeler” diye dudak bükülen Fransa, Charles De Gaulle uçak
gemisini Kıbrıs Adası açıklarında seyre gönderiyor. Aynı Fransa’nın
ürettiği Gowind korvetlerinden kaç adet, hangi ülkelere, bizim Ada
korvetlerinden kaç adet, nereye sattığımıza bakmak da ayrıca zihin
açıcı olur sanırım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Idlip’te olan biteni izah eder, Suriye
ordusuna kendi topraklarının bir bölümünden çekilmesi için şubat
sonuna dek mühlet verirken, hukuken “kapı gibi” Adana Mutabakatı’na
yaslandığını iddia ediyor. Demek, eskinin eşkıya takibinin, yeninin
terörle mücadelede sıcak takibinin önünü Şam’la anlık eşgüdümle
açan sözkonusu mutabakat, artık TSK’ye Suriye ordusuyla savaşma
zemini de sağlıyor. Neden? Çünkü komşumuzda otorite boşluğu var,
yani devlet yok. Çünkü Esat bir diktatör, yani gayrimeşru,
varlığıyla yokluğu bir. Ancak orada durmuyor Erdoğan, kriptik
üslûpla ekliyor: “Misak-ı Milli’nin altında kimin imzası var, bak!”
diye de çıkışıyor.
İşte iktidar koalisyonunun küçük ama “derin” olma iddiasındaki
ortağı Bahçeli de aynı söylemin ardını getirip, TSK’yi Şam’a
girmeye, Esat’ı devirmeye davet ediyor. Aslında felsefe etiği
bakımından herhalde Bahçeli haklı olan. Zira, düşünceyi tamamlama
cüreti gösteriyor. Kayyım atama siyasetinin de düşünce çizgisi
takip edilmeye cüret edilirse bir dönem merhum Büyükelçi Gündüz
Aktan’ın yaptığı biçimde tehcire ulaşılacağı gibi. Siyasal çözümün
karşısında “nihai çözüm” duruyor. Nitekim, siyaset bilimi profesörü
Evren Balta benim “baskın anlatı” dediğimi “bir konuda bir
açıklamayı ilk yapan ve bunu en geniş gruba yaparak grupta o konu
ile ilgili bir fikir oluşturan bu fikrin doğru ya da yanlış
olmasından bağımsız olarak kamusal tartışmayı kazanır” diye
açıklıyor.
Bu gerçekötesi, sanal dünyada Adana Mutabakatı, cumhuriyetimizin
kurucusu Atatürk’ün Hatay’ı diplomatik yoldan ilhakı*, terörle
mücadele, neo-Osmanlıcılık, ihvancılık, ulusalcılık, irredentizm,
Misak-ı Milli hepsi bir bulamaç halinde yüzümüze püskürüyor. Oysa
Soçi Mutabakatı, üçlü yani Astana Süreci uzantısı değil, Rusya’yla
ikili. Hatta daha ötesi, Soçi bize Putin’in zaman ayarlı bir geçici
kıyağı. Sınırdan geçen bin üç yüz askeri araç ve sayısı beş bini
bulan askerin büyük bölümünün tahkim ettiği Taftanaz Hava Üssü
Soçi’deki “gözlem noktaları” arasında yok. Aranan belli ki M4-M5
karayollarının gerisinde kalacak ve Idlip yerleşim birimini
içerecek yeni bir sınır hattı. Aranan yine belli ki Irak’ta olduğu
gibi Suriye’de de ucu açık süreli noktasal konuşlanma.
Oysa Suriye’yle husumet tarihimiz Irak’tan çok farklı. Bakın
Ruslar perde gerisinden Şam’ı SDG’yle, Kürtlerle masaya oturtuyor.
Esat’ın ilk kez bu girişimi ciddiye aldığı anlaşılıyor ki görüşmeye
Ali Memluk katılıyor. Ankara’da yapılan toplantılarda Rus tarafı
Bakan Yardımcısı Verşinin, Özel Temsilci Lavrentiyev, Büyükelçi
Erkhov gibi yetkin ve yetkili diplomatlardan mürekkep, Bakan
Yardımcısı Büyükelçi Önal başkanlığındaki bizim tarafın yarısı ise
subaylardan. Üstelik, fiilen cumhurbaşkanının ulusal güvenlik
danışmanı konumundaki Kalın da Rus heyetini ayrıca kabul etmeyi
yeğliyor. Idlip’te müttefik, Fırat’ın Doğusu’nda hasım ABD’nin Özel
Temsilcisi Büyükelçi Jeffrey de bugün Ankara’da.
Üstün bölgesel hava kuvvetleri caydırıcılığına dayalı
stratejiyi, açıklanamaz bir hava savunma takıntısıyla değiş tokuş
ettik. Rusya’dan S-400 alımı saplantısı yahut eski istihbaratçı
Putin’in S-400’leri 15 Temmuz darbe girişimi paniğindeki Ankara’ya
deyim yerindeyse “itelemesiyle”, eldeki hayrat F-35 programından da
olduk. Libya İç Savaşı gibi denizaşırı serüvenlere, adeta bir
“jackpot” arayışıyla balıklama daldık.
Şimdi soru açık, önümüzde duruyor. Ve yurttaşlar olarak bunu
sormak, hele şehitlerimiz varken, ne olursa olsun kaçınamayacağımız
sorumluluğumuz: Tüm bunlara ne gerek var? Şehitler ne uğruna,
kimlerin ellerinde temerküz eden gücün yitmesini önlemek adına
canlarını veriyor? Sınır, sınır hattında değil ileride
savunulacaksa neden var? Ulusal güvenlik denilen gerekçeleri kimler
nerede, hangi mahfillerde belirliyor? TBMM’nin bu kadarcık dahi
denetleme yetkisi de mi yok yeni rejimde? Çekinmeden yineleyelim:
Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, “bu kafayla” ne işimiz var?
Gelişmeler karşısında far görmüş tavşan gibi donakalmış, baskın
İslâmcı-milliyetçi anlatıya teslim olmuş, meflûç (bakın bu sözcük
“mukampıs” gibi uydurma değil) muhalefet ne zaman ayılacak,
silkinecek? Tekraren soralım: Muhalefetin varsa vizyonu bu, toplum
sözleşmesini mi, iktidarda kalabilme mukavelesini mi yenilemek?
*Büyükelçi Osman Korutürk, Atatürk’ün “1935 yılında İran ile
aramızda gerçekleştirilen ufak bir hudut düzeltmesiyle Nahçıvan’ı
-dolayısıyla Azerbaycan’ı- Türkiye ile sınırdaş yapmayı diplomasi
yoluyla başarmış” olmasını da anımsatıyor.