1990’lı yılların ya da en azından bu on yılın ilk yarısı, has futbolseverler için “umut”, akıl ve yetenekle gelen “estetik” ve yüksek futbol oyun pratiğine ilişkin ilk çalışmaların sahne aldığı yıllar oldu. Bu konjonktür rastlantısal değildi. Büyük oyunlar ya da, “rutinleşen işleyişler” ya da işlevsel olan pratikler, adına ne derseniz deyin, sonuç değişmiyor, bir bütün olarak çığırından çıkıp başlarını belaya soktukları ve acilen kendileri hakkında yeniden “düşünme”gereği hissettikleri zamanda, ortaya, yeni bir mezar kazıcısı çıkarırlar.
Hatta söz konusu gelişim ve değişim ihtiyacının fikri planı, bir anlamda, bu pratiklerin kendilerini ilk kez kendi soruşturmalarının konusu yapmak zorunda kaldıkları “andan” başka bir şey değildir. Bu nedenle de her yeni olanın, aynı zamanda, her zaman narsisist bir yanı vardır; futbol üstüne fikir üreten birkaç futbol kuramcısı tanımış olan herkes, ya da futbol oyununun taktik yenilenmesine imza atmış teknik adam tanıyan herkes, bu önermeyi onaylayacaktır.
Kuram, fikir ya da yenilenme, bir pratiğin kendi olanaklılık koşullarını incelemek üzere kendi üzerine eğildiği zaman çıkar ortaya.
Belki de futbol çalışmalarında yöntem bütünlüğünün olmaması bizi boşu boşuna endişelendirmemelidir! Topun tehdit alanlarını ya da pas tipi ve top dolaşım modellerini veya bütün bu eylemlerin zamanlarını, oyun örüntüleriyle tanımlamak, defans ve ofans arasına kesin sınırlar koymak, çarçabuk bir “total” oyun tanımı yapmak da ihtiyatsız bir tavır olurdu.
Belki de eleştirel yöntemlerin çokluğundan memnuniyet duymalı, hoşgörülü, ekümenik bir tavır benimseyerek tek bir usulün tiranlığından kurtulduğumuza sevinmeliyiz. Ama kendimizi fazla coşkuya kaptırmadan önce böyle bir “yaklaşımın” da sorunlar yaratacağını unutmamamız gerekir.
Ne kadar liberal kafalı olursak olalım, total futbolun “yapısalcılığını”, kaotik futbolun“fenomenolojisiyle” birleştirmeye çalışmak parlak bir futbol kariyerinden ziyade akut sinir krizlerine yol açacaktır.
Türkiye’de çoğulculuklarıyla övünen futbol eleştirmenleri, kullandıkları yöntemler sonuçta birbirinden pek de farklı olmadığı için hepsini kaynaştırabildiklerini ve böylece işlevsel bir oyun algısına ulaşabileceklerini sanıyorlar. Oysa aslında kaynaşan ve işlevsel hale gelen bir şey yok. Ayrıca bu “yöntemlerin” bazıları aslında yöntem bile sayılmaz.
Çoğu spor eleştirmeni yöntem fikrinden hoşlanmaz ve sezgiler, önyargılar “ani” algılamalarla çalışmayı tercih eder. Böyle bir çalışma tarzının henüz tıp ve uçak mühendisliğine “sızmamış” olması belki de bizim için büyük şans!
Yönteme değil de akıllı bir “duyarlılığa” güven duyan bu tür bir eleştirinin, çoğunlukla oyundaki temel problemi teşhis edememesi ilginçtir! Ama futbol oyununun kendi değerlerini sergileyemediğini düşünmek için hiçbir neden yoktur. Çünkü bu oyun istisnasız bütün yeryüzünde her hafta sonu sahne almaya devam ediyor.
1990’lı yıllarda fark edilen ilk şey aklın, oyun içindeki iktidarsızlığıydı. Pele’den bu yana gelen süreçlerde, “yetenek”, aklın iktidarını her seferinde kemirerek, futbolun modernizasyonu için yaman bir “çelişki” haline gelmişti. Aklın oyun içindeki iktidarsızlığı, modern kapitalizmle futbol arasındaki çelişkili ilişkisinin en esaslı belirtisiydi.
Şampiyonlar Ligi, bu çelişkinin çözümü için bulunan ilk ara geçiştir.
Aklın egemenliğini zorunlu hale getiren bir diğer gelişme ise antrenman “tekniklerinde” ulaşılan göz kamaştırıcı gelişmelerdi. Bilimin antrenman tekniklerine hızla “nüfuz” etmesi, her kulvarda devamlılığı artmış, dayanıklı oyuncuların yetiştirilmesine olanak tanıdı. Gelişmiş atletik özellikler kazanan oyuncu, yetenekli oyuncuyu kuşatır hale geldi.
Doğaçlama yetenek paradigmasına karşı akıl, yeşil sahalarda total futbol olarak ilkin “Hollanda”futbolunda boy gösterdi. Total futbol, sabit bölge ve iyi tanımlanmış sert görev anlayışı yerine, oyuncuların “oynak alan” kuramıyla senkronize bazı önermelerde bulundu. Bu anlayış, oyuncuların oyun içinde yer değiştirmelerini mümkün hale getirerek, oyundaki ilk “takım” stratejisinin temellerini attı.
Stratejik olan nedensel olandır ve burada ister istemez akıl bütün ihtişamıyla “devrede” olmak zorundadır.
Johan Cruyff Barcelona’ya transfer olunca da, bu oyun anlayışı Katalan kültürüyle kaynaşarak mükemmelliğe yakın bir uyum sergileme başarısı gösterdi. Ve futbol artık başka bir şey oldu. (devam edeceğim.)