İstanbul Sözleşmesi Türkiye için eksen meselesi ve Sözleşme’ye karşı çıkış gerekçesi olarak sunulan toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesi ise günümüz insani gelişmişlik düzeyinin belirleyicisi. İnsanlık tarihinde köleliğin sonlandırılmasından bu yana medeniyetin ulaştığı yeni aşamanın adı bana göre toplumsal cinsiyet eşitliği. Hukuk önünde bütün insanların hür ve eşit sayılması hayata yansıması için yeterli değil. Hukuki eşitlik ilkenin gerçekten uygulanabilir olması için sosyal varlık denilen insanların sosyolojide de hiçbir ayrıma tabi tutulmadan eşit yaşıyor, yaşatılıyor olması gerekiyor. Ki biyolojik cinsiyeti ne olursa olsun toplum hayatında eşit varoluşu sağlamak için cinsiyet (sex) kadar insanların yaşamına etki eden toplumsal cinsiyet (gender) kavramı geliştirilmişti. Gender kavramı cinsiyetinden bağımsız değil cinsiyetiyle bir bütün olarak eşitliği ifade ederken sadece kadın-erkek cinsiyetlerini içermekle yetinmeyip aynı zamanda bu iki cinsiyetin dışındaki cinsiyet varoluşlarına da eşitlik statüsü tanımayı getiriyor, gerektiriyor. İşte böylesi kapsayıcı bir eşitliği, maruz bırakıldığı şiddetten koruma kapsamında olduğunda bile yok sayan zihniyete feda edildi İstanbul Sözleşmesi.
Osmanlı Devleti'nin, kendi çağının değişimine ayak uydurmasını önleyen özellikle menkul değerlerin ekonomideki artan payına uyumlu mali sistem oluşturmasını Selefî görüşlerle durdurup, gerileten Kadızadeliler hareketinin bu günkü temsilcileri, aynı işlevi toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine karşı yürütüyorlar. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi günümüz iktidar çevreleri de kendilerine siyasal düzlemde ikbal sağlamak için bu gruplardan güç devşirmeye çalışarak onlara teslim oluyor ve aslında kendilerini değil onları güçlendiriyorlar. Osmanlı, saray ve hükümet erkanı üzerinde etkili olmaya başladıklarından ancak yüz elli yıl sonra ve kendisi de onlara yaslanarak sadrazam olduğu halde Köprülü Mehmet Paşa’nın şedit yöntemleriyle son verebilmişti bu “istemezükçü” bağnazlara. Her şeyi haram ilan etmeyi iş edinmiş, halka haram kıldıklarını kendilerine helal saymış bu riyakar dindarlığın günümüz temsilcilerinin kimler olduğunu herkes tahmin edebilir. İktidar tarafından beslenen, onlardan aldığı güçle iktidarını sürdürmeyi planlayan yönetim “Yeni Kadızadeli” güruhun önüne kelle atar gibi İstanbul Sözleşmesi hakkında hukuk dışı yollarla fesih kararı almıştı. Suriye, Mısır, İsrail başta olmak üzere büyük laflarla gidilip kös kös geri dönülen her dış politika adımında da bu güruha ait bakış açısının etkileri görülebilir. Hatta şimdi seçim kampanyasına propaganda unsuru olarak yerleştirdiği de çok açık.
Peki, Danıştay 10’uncu Dairesi bu Yeni Kadızadeli güruhun etkisinden azade mi? Bilmiyorum. Ancak iktidarın etkisinden azade olmadığını gösteren örnekler pek çok. Örneğin, İstanbul Sözleşmesi hakkındaki hukuksuz fesih kararına karşı açılan, yürütmenin durdurulması ve iptal davalarına yönelik ilgili dairenin tutumu mevzuata aykırı özellikler arz ediyor. Yürütmenin durdurulması istemli 200 dolayında dava, hemen 20 Martı takip eden günlerde ve birbirinin peşi sıra açılmıştı. Davaların hepsi acil koduyla açılmıştı çünkü malum sadece üç ay süre vardı. Fakat Danıştay bekledi. Niçin beklediğini, neyi beklediğini çok sonra anladık. 20 Mart gece yarısı yayınlanan Cumhurbaşkanı Kararı'ndan sonra Nisan ayında İstanbul Sözleşmesi hakkında yeni bir Cumhurbaşkanı Kararı yayınlandı yine bir gece yarısı. Bu defa İstanbul Sözleşmesi bağlamında Avrupa Konseyi taraf ülkesi olmaktan resmi çıkış tarihinin 1 Temmuz olduğu bilgisini içeriyordu karar. Böyle bir bilgi için gerçekte Cumhurbaşkanı kararına ihtiyaç yoktu. Çünkü Sözleşme hükümleri içinde bu bilgi yer alıyordu. Fesih bildiriminden üç ay sonra bildirimin yürürlüğe girişi ta Sözleşme yazılırken belirlenmişti. Üstelik Konsey Sekretaryası da Türkiye fesih bildirimini kabul ettiği gün 1 Temmuz tarihini yürürlük tarihi olarak açıklamıştı.
İkinci Kararın anlamı sonradan çıktı ortaya. Danıştay 10’uncu Daire için ret yönünde harekete geçmesi talimatı anlamına gelen bir işaret fişeği niteliğindeydi bu ikinci karar. Nitekim Nisan'ın son günlerinde Daire Hakim Heyeti idareden kararın savunmasını talep etmeye karar verdi. Fakat hemen kararını tebliğ etmedi. Üç ayın dolması için idareye yeterince zaman kazanacak şekilde Mayıs ayının sonunda gerçekleştirdi tebligatı. Mevzuata uygun resmi posta süreleri filan derken zaten 1 Temmuz’un ertesi güne geliyordu idarenin cevap verme süresinin nihai tarihi. Çünkü konu acil olmasına rağmen 10’uncu daire, yetkisi dahilinde olmasına rağmen cevap süresini kısaltmayıp otuz gün olarak belirlemişti. Ancak Haziran'ın son haftasına girilirken EŞİK Platform olarak yaptığımız basın açıklaması ki hatırlanacağı üzere engellenmiş ve kaçak göçek gerçekleştirmiştik ve tekrar dilekçeler verilmişti. Sonrasında Meral Akşener sosyal medyadan Danıştay’a seslenmişti. Ve idare 2 Temmuz'u beklemeden cevabını gönderdi jet hızıyla, cevap doğrultusunda yürütmeyi durdurma talebine ret geldi. Sadece Meral Akşener’in açtığı davada yürütmenin durdurulması talebine ret kararı tebliğ edildi. Pek çoğu bu davadan daha önceki başvuru numarasına sahip diğer davalara dair tebligatlar ortada yoktu. O günlerdeki duyumlar diğer bütün dosyalarda da yürütmenin durdurulmasının ret edildiği yönündeydi ama dosyalara giren belge ve taraflara tebligat yoktu.
Konunun tam bu kısmında ciddi şaibe yaratan bir başka konuya hakim heyetindeki değişikliğe dikkat etmek gerekiyor. Nisan sonunda idareden savunma isteme kararı alan hakim heyeti ile Haziran sonunda yürütmeyi durdurma talebini ret eden hakim heyeti arasında fark var. İki üye değişmiş. Hakim heyetinde iki üyenin değişmesinden sonra üçe iki oyla ret kararı alınmış olması, hiç şüphesiz şaibeli bir durum. Takvim oyunlarıyla davacı taraflara itiraz için gerekli zamanı tanımadan fesih bildiriminin yürürlüğe girmesi için iktidara zaman kazandıran Danıştay bununla da yetinmedi. O bir davanın dışında kalan iki yüze yakın davaya ilişkin yürütmenin durdurulması istemine ret kararını tam 84 gün sonra tebliğ etti. Gerçekte Kalem Mevzuatı'na göre en geç otuz gün içinde tebliğ edilir, usul böyle. Ancak ilgili dairenin usulsüzlüğü usul haline getirdiği İstanbul Sözleşmesi kararının iptali için açılan davalara yönelik tutumunda açıkça görülüyor. 84 gün sonra Danıştay 10’uncu Daire'nin aklına ne esti de tebligatı başlattı dersiniz?
Bu sorunun cevabını Türkiye İşçi Partisi (TİP) hukukçularından ve EŞİK gönüllüsü Avukat Yelda Koçak’tan aldım. İdarenin Danıştay’a gönderdiği cevap yazısına mukabil cevabi yazı ile tekrar Danıştay 10’uncu Dairesi'ne dilekçe verdiğini söyledi. Eylül ayı başlarında verilen cevaba, cevap mahiyetindeki bu dilekçe Daire kalemine tebligatı hatırlatmış olabilir. Basın açıklaması, tekrar dilekçesi ve sosyal medya paylaşımından sonra gelen ilk karar gibi Danıştay’ı harekete geçiren bir etki yarattığını düşünebiliriz cevabi dilekçenin. Ancak tebligattan sonraki yedi gün içinde yürütmenin durdurulmasına ret kararına itiraz yolu açık elbette. Ve EŞİK Platform'un tebligatlar sonrası yaptığı basın açıklamasını takiben pek çok kişi, kurum ve sivil toplum örgütü yürütmenin durdurulmasının reddi yönünde verilen karara itirazını içeren dosyalarını Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'na taşımaya hazırlanıyor.
Hatta basın açıklamasından takip edebildiğim kadarıyla ilk itiraz dilekçesi İlerici Kadın Dernekleri tarafından 22 Eylül günü ilgili Kurul'a iletildi bile. İlerici kadınlar dosyalarında hakim heyetinin üçe iki oyla karar almasını ve iki hakimin İstanbul Sözleşmesi Fesih Bildiriminin Anayasaya aykırılığı yönünde şerh yazmasının önemine dikkat çekiyor. Ve Sözleşme hakkında verilen kararın, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadeleyi zorlaştırmasına, failler açısından teşvik edici olmasına vurgu yapılıyor. İlerici Kadınlar Derneğinin dava dosyasına konu olan bu hususlar şüphesiz diğer dosyalarda da yer alacak. Eşitlik için Kadın Platformu –EŞİK, basın açıklamasında belirtildiği gibi eşitlik ilkesinin tümüyle yok sayılması anlamına de geldiği için özellikle Anayasanın 10’uncu maddesine aykırı olan bu kararın iptali kesinlikle ülkemizin sosyal ve insani gelişmişlik düzeyinin yükseltilmesi için de gerekli.
Diğer taraftan Avrupa Birliği – Türkiye ilişkileri açısından önemli olmadığını da sanırım kimse iddia edemez. 24 Eylül tarihli haberlere konu alan AB iç yapılanmasına ilişkin kararın alınmasında Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi hakkındaki kararının da etkisi olmadığını söylemek bana pek mümkün görünmüyor. Diğer pek çok etkenin yanı sıra bu kararla Türkiye bir eksen kayması yaşadığı için AB’nin bu resti görerek, ülkemizi aday ülkeler grubundan alıp güney komşularla birlikte gruplaştırmış olmalı.
Türkiye, Avrupa Birliği Komisyonu'nun 'Komşuluk ve Genişleme Müzakereleri Genel Direktörlüğü' (NEAR) bölümünde Ortadoğu ve Kuzey Afrika birimine kaydırıldı. Komşuluk ve Genişleme Müzakereleri Genel Direktörlüğü'nde (NEAR) yeni bir yapılanmaya giden Komisyon, Türkiye'yi de içine aldığı, daha önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika olan birimin adını da "Güney Komşuları ve Türkiye" olarak değiştirdi.
"Bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Türkiye ile ilgili politikalarda hiçbir değişiklik olmayacak. Ne verilen fonlarda ne de ilişkilerde bir fark yaratmayacak. Bu şekilde düzenlenmesi uygun görüldü, hepsi bu." Diplomatik lisanda fark yaratmayacağı söyleniyor olsa da üyelik ilişkisi olmayan ülkelerle Türkiye’nin aynı gruba yerleştirilmesi, medeniyet çıtasında kritik eşik haline gelen toplumsal cinsiyet eşitliğinin (gender equality) reddi ve İstanbul Sözleşmesi’nin feshi Türkiye’nin, eksen kaymasını netleştirmiş ve Avrupa Birliği bu resti görmüştür, denebilir bana kalırsa.
İstanbul Sözleşmesi aleyhine yürütülen kara propagandaya karşı iktidarı uyarırken daima belirttiğimiz bir gerçek vardı: İstanbul Sözleşmesi hakkında verilecek karar kadınların ve LGBTİ+’ların eşit yurttaşlık haklarına ve Türkiye’nin geleceğine dair verilecek bir karar olacaktır. Danıştay 10’uncu Daire istemezükçü güruhun beklentisi yönünde hareket etti. Şimdi sorumluluk Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nda…. Türkiye’nin geleceğine, Türkiye’de yaşayan insanların eşit yurttaşlık haklarına, hayat haklarına ve elbette ülkede hakimler olup olmadığına dair karar verecekler.