Yeni kanun teklifi ile üniversiteleri ne bekliyor?
Yardımcı doçentlikle ilgili olarak kanun teklifinin 9'uncu ve 12'nci maddelerine baktığımızda aslında yardımcı doçentlik meselesindeki değişikliğin basit bir isim değişikliği olduğu, işleyişe dair büyük bir değişiklik içermediği öngörülebilir. Yardımcı doçentlere öğretim görevlisi doktor demek, onların daha verimli çalışmasını sağlamaz. Atanma sürelerini üç yıldan dört yıla çıkarmak özlük haklarında bir iyileştirme getirmez.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
Yükseköğretim Kanunu ile Yükseköğretim Personel Kanunu ve Yükseköğretim Öğretim Elemanlarının Kadroları Hakkında KHK’da Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunuldu. Meclisin sayısal denklemi göz önüne alındığında teklifin kabul edilmesi öngörülebilirken, teklifin içeriğine bakmak ve söz konusu değişikliklerin akademik sistemdeki sorunlara ne kadar çözüm olacağını değerlendirmek gerekmektedir. Bir hukukçu gözüyle bakmak mutlaka farklı noktalara dikkat çekecektir; ancak öncelikle akademik bir değerlendirme durum tespiti açısından da önemlidir.
Kanun teklifinin birinci gerekçesi ülkemizin 2023 yılında dünyanın en büyük on ekonomisi içinde yer alması için insan kaynağı yetiştirmek ve bu kanunla üniversitelerin işleyişini iyileştirmek. Ülkemizde işsizlik oranı yapısal olarak yüzde 10 civarında seyrediyor, genç işsizliği yüzde 20 civarında; bu rakamlar makroekonomik göstergelerle desteklendiğinde 2023 hedefinin bir hayal ürünü olduğu ortadadır. Türkiye’nin sorunu nitelikli insan kaynağı değildir; işgücü piyasasının yapısına ve ihtiyacına uygun eğitim politikası ve akademik yapılanmanın gerekliliğidir. Kasım 2017’de çıkan bir haber 708 doktoralı işsizin İŞ-KUR’a başvuru yaptığını yazmaktadır. Ülkemizin sorunu insan kaynağının niteliği değil, işsizliktir.
Kanun teklifindeki ikinci gerekçe ise, “Öğretim elemanlarının hizmet gücünden verimli bir şekilde faydalanabilmesi için yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.” Burada verimlilikle ne kast edilmektedir? Öğretim elemanlarının daha fazla yayın yapması mı, araştırma yapması, yoksa daha fazla derse girmesi mi? Bilim insanı, etinden sütünden, derisinden faydalandığınız bir mal değildir. Bilimsel üretimin türü ve niteliği, niceliğinden daha önemlidir. Bilimsel üretim, yayın sayılarına, atama kriterlerine, performans göstergelerine ve her türlü sayısal göstergeye indirgendiğinde içi boşalır, niteliğini kaybeder. Nitekim, YÖK, 9 Ocak 2018 tarihinde üniversiteler gönderdiği yazıda, Akademik Teşvik Ödeneği sisteminin niceliğe odaklanmasından ötürü niteliksiz akademik etkinliklerin çoğalmasına ve bilimsel üretimin yozlaşmasına dikkat çekmiştir. Bir taraftan nitelik sorununa karşı üniversiteleri uyarırken, diğer taraftan niteliksizleşmenin önünü açan bu zihniyetin 2023 yılını nasıl karşılayacağı düşündürücüdür.
Kanun teklifi “doktoradan sonra doçentlikten önce zorunlu bir kademe olarak kabul edilmekte olan” yardımcı doçentliği kaldırarak yerine “doktor öğretim görevlisi” unvanını getirmektedir. Öncelikle, mevcut haliyle yardımcı doçentlik zorunlu bir kademe değildir. Doktorasını bitirdiği aşamada yeterli yayın şartlarını sağlayan bir doktor, doğrudan doçentliğe başvurabilir ve Üniversiteler Arası Kurul’un vereceği doçentlik unvanını alabilir. Bu noktada kanun teklifinin içermediği iki noktanın altını çizmek gerekir. Birincisi, akademik kadrolardır, bu kadrolar da Maliye Bakanlığı’nın denetimindedir. Dolayısıyla, ister yardımcı doçent ister öğretim görevlisi deyin, üniversiteler kadro tahsis etmedikten sonra verimlilikten değil ancak sömürüden söz edebiliriz. İkinci nokta ise atama kriterleridir. Yasa teklifi, üniversitelerin YÖK’ün onayını almak suretiyle objektif ve denetlenebilir ek koşullar belirleyebileceğini vurgulamaktadır. Bu sürecin de doçentliği kolaylaştıracağını ve hızlandıracağını savunmaktadır. Oysa doçentlik kriterlerinde yapılan son değişiklik doçentlik atamalarını köklü bir biçimde değiştirmiş ve zorlaştırmıştır. Bu kriterler düzenlenmeden sırf bu kanun teklifiyle doktoradan doçentliğe geçiş hızlanmaz ve kolaylaşmaz.
Aynı maddede üniversitelerin özerk ve rekabetçi yapılara dönüşmesinin özellikle Doğu ve Günaydoğu Anadolu üniversitelerini olumlu etkileyeceği vurgulanmaktadır. Halihazırda ülkenin doğusu ve batısı arasında derin bir bölgesel eşitsizlik vardır. Bu eşitsizlik sosyoekonomik göstergeler kadar akademik altyapı ve etkinlikte de kendini göstermektedir. Batı bölgeleri akademik başvurularda talep fazlası ve kadro kıtlığı nedeniyle sıkıntı yaşarken, Doğu bölgelerinde özellikle yeni açılmış üniversiteler altyapı sıkıntıları, kadro eksiklikleri nedeniyle akademik gelişme gösterememektedir. Nitekim kanun teklifinin 4'üncü maddesi için sunulan gerekçeye göre akademik kriterlerinin üniversiteler tarafından belirlenmesi Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki üniversitelerin öğretim üyesi bulmasını kolaylaştıracaktır. Ancak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki üniversiteler kadrolarını zenginleştirmek adına akademik standartlardan taviz verdiklerinde bölgesel eşitsizlik daha da keskinleşecek, makas daha da açılacaktır.
Yardımcı doçentlikle ilgili olarak kanun teklifinin 9'uncu ve 12'nci maddelerine baktığımızda aslında yardımcı doçentlik meselesindeki değişikliğin basit bir isim değişikliği olduğu, işleyişe dair büyük bir değişiklik içermediği öngörülebilir. Yardımcı doçentlere öğretim görevlisi doktor demek, onların daha verimli çalışmasını sağlamaz. Atanma sürelerini üç yıldan dört yıla çıkarmak özlük haklarında bir iyileştirme getirmez. Atama kriterlerini üniversitelere devretmek, yetki devri gibi görünse de üniversiteler arasındaki standart farkı göz önüne alındığında ne verimliliği artırır, ne de ülkeyi dünyadaki ilk on ekonominin arasına sokacak insan kaynağı yaratır. Olsa olsa ülke içindeki eşitsizliği pekiştirir.
Kanun teklifinde diğer maddelerle uyumlu olmayan ve medyada daha az dikkat çeken bir başka madde ise tezsiz yüksek lisans programlarının ücretlerinin belirlenmesinin üniversitelere bırakılmasıdır. Kanun teklifi bu konuda üniversitelere daha fazla yetki vererek “onların kendi markalarını oluşturmaya ve sistemde çeşitliliğe” alan açıldığını savunmaktadır. Tezsiz yüksek lisans programları, özellikle artan bütçe kısıtları nedeniyle üniversitelerin ekmek kapısı haline gelmiştir. Bu aynı zamanda akademik derecelerin metalaşması, üniversitelerin ticarileşmesi ve akademide piyasa prensiplerinin bilimsel niteliğin önüne geçmesi anlamına gelmektedir. Bu uygulama, devlet üniversitelerinin dahi doğrudan bir kapitalist işletmeye, öğrencilerin müşteriye, akademik derecelerin metaya dönüşümünü somutlaştıran bir yasal düzenlemedir.
Ne yazık ki, bir kere daha, eğitim alanında yapılan yasal düzenleme yapısal sorunlara değinmekten uzak, görünenin ötesinde bir politik amaca hizmet etmektedir. İfade özgürlüğün olmadığı, üniversitelerin liyakata dayalı özerk yapılar çerçevesinde işlemediği, akademisyenlerin politik saldırılarla itibarsızlaştırıldığı, cübbelerin ayaklar altına alındığı bir ortamda bu tür yasal düzenlemelerden medet ummak gerçek dışıdır. Bilimsel gelişmenin ön koşulu özgür ve seküler bir alanın varlığı ve bu alanın kurumsal yapılar tarafından desteklenmesidir.
*Doç. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü