“Korona virüsü salgını nedeniyle çalışmalarına bir süre ara
veren Meclis’i sıcak bir yaz bekliyor. Haziran ayı başında
çalışmaya başlayacak Meclis’in gündemine barolar ve TMMOB seçim
yönteminde değişiklik, İş Bankası’nda CHP’nin temsil ettiği
hisselerin Hazine’ye devri ve çocuğa cinsel istismar suçlarına af
gibi kamuoyunda tartışmalara yol açacak düzenlemelerin getirilmesi
planlanıyor. Muhalefet gündeme gelen bu üç değişiklik teklifini
‘Çöküntüyü gizlemek için toplumun sinir uçlarıyla oynamak’ olarak
nitelendiriyor.” Nergis Demirkaya’nın
gazeteduvar’da yer alan özel haberinin giriş cümlesi böyle.
Demirkaya’nın konuştuğu CHP’li yönetici de durumu şöyle ifade
ediyor: “İktidar açısından çok ciddi bir savrulma ve yönetememe
hali var. Toplumun sinir uçlarıyla oynayarak yaşanan çöküntüyü,
gerçek ekonomik felaketi saklamak istiyorlar. Bir tür cambaza bak
oyunu. Oyları eriyor. Buna karşı kendi tabanlarını konsolide etmek
istiyorlar. Bir diğer hedefleri de getirecekleri düzenlemeler ile
otoriter yönetimi yerleştirmek, zorbalığı arttırmak.”
Bu haberin çıktığı günün sabahında bazı HDP’li belediyelere
kayyım atandığını ve belediye başkanlarının gözaltına alındığını
öğrendik. Günlerdir süren gerilimli tartışmalar, tehdit ve hakaret
dozu artarak devam ediyor. TBMM Başkanı Şentop’un, “gündemde acil
bir şey yok” diyerek “şok mangası” muamelesi yaptığı meclisin,
bayramdan sonraki mesaisinin de gidişatla uyumlu olacağı
anlaşılıyor. Peki bu hamleler istenen sonuçları sahiden veriyor mu?
Ya da istenen (beklenen) sonuçlar sahiden nedir? Aymazlık meselenin
hangi tarafında? Bu soruların hazır ve bildik cevaplarıyla idare
etmek ve kendiliğinden sonuç yaratacağı günü beklemek yerine biraz
daha fazlasını düşünmeye, tartışmaya başlamak gerekmez mi? Adını
açıklamayan CHP’li yöneticinin söyledikleri, aslında adıyla sanıyla
konuşan pek çok muhalefet sözcüsünün iddialarıyla paralel.
Çıkartılan sonuçlar ve işin varacağı nokta konusunda ciddi
farklılıklar olsa bile, kendisini “muhalefette” gören büyük bir
kalabalık üç aşağı beş yukarı benzer düşünüyor.
Kutuplaştırıcı dilin, gerilim siyasetinin, agresif popülizmin,
otoriteryan eğilimlerin hangi dinamikleri işlettiğini, nasıl sonuç
alabildiğini, ilişki kurma biçimlerini, hem teoriden hem içinde
yaşadığımız pratiklerden biliyoruz. En azından, hayli öğretici –ve
kısa olmayan- bir süreç yaşadığımız söylenebilir. Ancak bu öğrenme
faaliyetinin tek taraflı olduğunu, sadece rahatsız olanların
“gerçeği görebildiği”, bu yöntemleri kullananların ise “gerçeklikle
bağlarının tamamen koptuğu” için başlarına geleceğin farkına
varamadığını düşünmek fazla özgüven içermiyor mu? Yani muhalefet
sözcüleri veya muhalif yorumcular, otoriterlerin, popülistlerin,
sistemin, rejimin, kötü politika erbabının bütün oyunlarını gayet
isabetli biçimde görürken, bu araçları kullananlar hiç mi bir şey
öğrenmiyor, bildiklerini okumaktan vazgeçmezken hiç mi
stratejilerini geliştirmiyor? Açıkçası bu eşyanın tabiatına aykırı
olduğu gibi pratikte yaşananlarla da pek öyle görünmüyor. Mesele
yumuşama, gevşetme veya normalleşme değil, mecbur olunan ve
değiştirilemeyecek olan gidiş yolunu uzatma imkanlarını kullanmak
olunca fazlasıyla yaratıcılar aslında.
Her türlü savunma pozisyonu, yapısı gereği daha az dinamizm
içeriyor. Muhafazakarlığın ileriye doğru konuşmasındaki zorluğu ve
devrimci tutumun ise dinamik karakteri buradan geliyor. Ancak
zorunlu sıkışmanın yarattığı çare arayışları, dinamik bir hamle
çeşitliliği kazanabiliyor. Çoğu kendisi tarafından üretilen ve yine
çoğu çıkışsız krizler, mevcudun devam etmesinin aracına veya
fırsatına dönüştürülebiliyor. Kapitalist sistemin sürekli olarak
becerebildiği sihirli formül bu. Aynı şekilde itirazlar,
memnuniyetsizlik ve hatta beklentiler, pasif bir savunma veya
bekleme pozisyonuna dönüşünce ortalıkta dinamizmden eser kalmıyor.
Korona vesilesiyle yeniden tartışmaya başladığımız üzere, hem dünya
hem Türkiye’de hakim sistemin, yaşadığı çaresizlikler yüzünden daha
sertleşerek gücünü artırma, yeni “konsolidasyon” yöntemleri bulma
olasılığından bahsediliyor. Fakat buradaki kritik mesele, yeni
konsolidasyon formunun destek konsolidasyonu (rıza üretme) olarak
okunmasının artık yetersiz olduğu. Bu yeni formu işlevli hale
getiren unsurlardan biri, eski –oy- konsolidasyon yöntemlerinin
zayıflığına hala fazla önem atfedilmesi. Kabul ettirmenin asıl
aracının “rıza” olmadığı tam anlaşılamıyor.
Kendisini ve dünyayı değiştirmesi mümkün olmayan, buna niyeti
olmayanlar, neleri değiştirebilecekleri, kontrol edebilecekleri
üzerine kafa yormaya devam ediyorlar. Ve yeni konsolidasyon
formunu, destek değil “dayanıklılık” üzerine oluşturuyorlar.
Dayanıklılık söz konusu olunca sertleşme, çekirdeğe çekilme ve
hatta kabuklaşma öne çıkıyor. Dünyada bu meselenin ulus devletler
ve korumacılık ataklarıyla nasıl biçimleneceğini görecek ve
tartışacağız. Birikim krizi modelinin bu ara dönemde müracaat
edeceği “otoriter konsolidasyon” seçeneği konusunda, Ümit Akçay bir
süredir yazıyor. (Ekonomik dinamikler penceresinden rejim soruna
baktığı son yazısını da
buraya bırakayım) Türkiye’de iktidar bloğunun en kemik
çekirdeğe doğru daralan bir sertleşmeyi yürürlüğü koyduğuna şüphe
yok. Geniş veya genişleme eğiliminde –bunun bir yolu da görünmüyor-
bir destek tabanı yerine, sadık çekirdekteki direnç, dayanıklılığın
merkezine yerleşiyor.
Ali Rıza Güngen, “dayanılmaz
işsizlik, dayanıklı otoriterlik” başlıklı yazısı da aynı
noktaya dikkat çekiyor: “Otoriter rejimlerin dayanıklılığı,
hanelerden ve emekçilerden daha fazla. Yüksek işsizlik oranları
kaydedilirken, gelir adaletsizliği derinleşirken de bir otoriter
rejim varlığını sürdürebilir. En temel yol, otoritenin uygun
gördüğü davranış kalıbı dışına taşmanın maliyetinin
artırılmasıdır.” Mevcut hararet ve sıcak geçecek yaz beklentisinin
gerekçesi de bu “maliyet” hesabında belki. Siyasi alanın
sınırlarıyla ilgili bakışı yenilemek gerekiyor, çünkü öyle
yapıyorlar. İktidar sadece “çöküntüyü gizlemek için sinir uçlarıyla
oynayıp, cambaza bak” yapmıyor veya eriyen oylarını yeniden
konsolide etmek için atak içinde değil. Bu tür gündem ataklarının
oy konsolidasyonunu kuvvetlendirmediğinin, muhalefet cephesini
bozma açısından fazla işe yaramadığının gayet farkında. Gerilimin
kıta sahanlığını genişletirken yeni bir alan tarifi yapılıyor,
siyasal izolasyonu genişletiyor. Yeni konsolidasyon, oy
desteğine yaslanmıyor, bu yüzden erken seçim veya ittifak
pazarlıklarının önemi artık çok daha az.
Otoriteryan popülizmin klasik özüne daha uygun biçimde,
iktidarın muhalefeti dağıtmak için kullanacağı yeni negatif kutup
artık CHP olacak gibi duruyor. CHP’nin etrafında –veya arkasında-
toplanılmasını engellemek yerine, bizzat CHP’yi “itici” bir merkez
haline getirmenin daha elverişli olduğu hesaplanıyor.
(Kılıçdaroğlu’nun AKP orjinli partilere grup desteği çıkışı, bu
hamleyi karşılamaya dönük gibi) Erken açılan erken seçim
tartışmalarıyla, seçim muhalefetin talebi ve bence seçenek olmaktan
kolayca çıkartılabildi. Ayrıca gerilim başlıklarının ve muhatap
kesimlerin de genişletileceği anlaşılıyor: Kadınlar, barolar,
kurumlar, kavramlar. Bu yeni konsolidasyon stratejisinin veya yeni
sürüm taktiklerin sonuç alıp alamayacağı elbette diğer aktörlerin
durumu algılama biçimine bağlı. Son yaşanan İyi Parti-HDP
tartışması, ittifakların geleceği meselesi gibi başlıklar,
muhalefette hala eski denklem aklının hakim olduğunu gösteriyor.
İyi Parti’nin kendisine alan açabileceğini düşündüğü taktik
çıkışlar, iktidar sürümünden daha eski. HDP’de yaygın olabilen,
“biz dışlanıyoruz ama her şey aslında bizimle ilgili” yaklaşımı da.
CHP’nin bazı yöneticilerinin akıl yürütme biçimi de. İktidar gündem
değiştirerek bir şeyleri saklamaya çalışmıyor, görülenin ne
olduğunu kendi tarifine bağlıyor.