Yeni merkez ve yeni çevre
Geçen sene İstanbul ve Ankara gibi önemli metropollerin muhalefetin eline geçmesi, bu sene ise salgınla mücadele sürecinde merkezi hükümetle-belediyeler arasında yoğunlaşarak devam eden çekişme merkez-çevre bölünmesinin devlet aygıtı içerisinde de devam ettiği gerçeğini ortaya koymuştur.
Armağan Öztürk*
Merkez-çevre yaklaşımı Türk siyasi hayatı üzerine kaleme alınan geniş literatürün en bilinen kavramlaştırmalarından biridir. Şerif Mardin ve izleyicilerinin Türk düşün dünyasına tanıttığı perspektif devletçi-seçkinler ile gelenekçi-liberaller arasındaki politik ve kültürel mücadeleyi siyasal yanı ağır basan sosyolojik bir zeminde tahlil etmiştir. Kemalizm karşıtlığının olgunlaşma sürecinde bahsi geçen paradigmaya dayalı okumaların ciddi bir ağırlığı olduğu söylenebilir. Tabii şüphesiz ki merkez-çevre perspektifine yönelik eleştirilerin tarihi bu okumanın kendisi kadar eskidir. Mesela pek çok yorumcuya göre merkez-çevre fazlasıyla kültür indirgemecidir. Kabaca toplumun merkezinde seküler, çevresinde ise muhafazakar-dini değerlerin yer aldığını ve bu konumlandırmaya paralel bir şekilde seküler değerleri benimseyen kesimlerin toplumsal-siyasal düzenin merkezinde yer aldığı, muhafazakar kitlelerin ise çevreden merkeze doğru ilerlediği savı sınıfsal analizi imkansız hale getirir. Oysaki laik bir yaşam süren kesimlerin tamamı zengin olmadığı gibi dindar kitlelerin de tamamen fakir olduğu söylenemez.
Merkez-çevre temelli okumayı tartışmalı hale getiren bir diğer mesele sağ siyasetin değerlendirilmesi bakımından söz konusu olur. Merkez-çevre yaklaşımı çoğu kez üstü örtük, bazen ise açık bir şekilde sağ partilerin Türkiye siyasetindeki başat konumunu demokrasi adına olumlar. Daha açık bir dille söylersek Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi gibi kitlesel halk desteğine sahip partiler iktidara gelerek ve iktidarları boyunca seçkinlere karşı milletin gerçek temsilcileri olarak ülkeyi demokratikleştirirler. Yakın zamana kadar pek çok liberal sol ve sosyalist entelektüelin de desteklediği Kemalist seçkinlere karşı mazlum halk mitosu sağ siyasete siyasi skala içinde ayrıcalıklı bir konum sağlar. AKP örneği dahil olmak üzere, hatta bizzat AKP örneği sayesinde sağ siyasetle-demokratik kültür arasındaki ilişkinin hiç de merkez-çevreci anlayışın iddia ettiği kadar güçlü olmadığı söylenebilir. Askeri-bürokratik vesayet çözülmüş ve Kemalist seçkinci çizgi etkisini yitirmiş olmasına rağmen Türkiye eskiye göre daha demokratik bir ülke haline gelmemiştir. Hatta parti-devlet aygıtına yönelik değerlendirmeler bakımından ülkedeki demokratik standartların son yıllarda ciddi bir şekilde gerilediği bile söylenebilir.
Bugünün Türkiye’sinde ise merkez-çevre bambaşka dinamiklerle işlemektedir. 18 yıllık AKP iktidarı muhafazakar-dindar kadroları ön plana çıkarmıştır. Toplumsal merkez, özellikle de sermaye ve bürokrasi, muhafazakar kesimlerin kontrolüne geçmiştir. Seküler kesimler ise hem bürokrasiden hem de devlet kaynaklı sermaye birikim süreçlerinden dışlanmıştır. Dünün mağdurlarını bugünün mağrurları haline getiren bu siyasal sosyolojik dönüşümün son bir yılda ise bambaşka bir düzlemde kendini yeniden ürettiğine tanıklık etmekteyiz.
Geçen sene İstanbul ve Ankara gibi önemli metropollerin muhalefetin eline geçmesi, bu sene ise salgınla mücadele sürecinde merkezi hükümetle-belediyeler arasında yoğunlaşarak devam eden çekişme merkez-çevre bölünmesinin devlet aygıtı içerisinde de devam ettiği gerçeğini ortaya koymuştur. Merkezi hükümetin yerel yönetimlere yönelik engelleyici hamleleri sadece AKP ile CHP arasındaki politik yarışın doğal bir sonucu değil, aynı zamanda merkezde yer alan muhafazakar iktidar bloğunun çevredeki laik bloğa karşı dışlayıcı tavrının da bir göstergesidir. Gelinen yerin özeti. 90’larda Erdoğan neyse bugün İmamoğlu’da odur. Laik çevre güçleri muhafazakar merkezin statükocu tavrına karşı demokrasi mücadelesi vermektedir.
*Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.