Yeni müfredatın götürdükleri
Bugün yapılması gereken, eğitimin yerelleştirilerek öğretmenin merkezde olduğu ve herkesin doğru ve ihtiyaç duyulan bilgiye doğru zamanda erişme hakkını garanti eden programların uygulanmasıdır.
Eğitim programlarını makro ve mikro boyutta incelemek mümkündür. Makro boyut, programın genel çerçevesini, yani oluşturmak istediği normali ifade ederken, mikro boyut ise, programın daha çok içeriğini ve nasılını ve bu minvalde kurulan ilişkilerini ifade eder.
Makro boyuttan baktığımız zaman yeni program çok fazla yenilik içermiyor. Şöyle ki, eğitim programları, özü itibari ile gelecek projeksiyonu yapan politik metinlerdir. Bu projeksiyon, bir şablon üreterek bir normallik kurgular ve sisteme dahil olan herkese (öğretmenler, yöneticiler, öğrenciler ve veliler) ve her şeye (yaklaşım, içerik, yöntem, materyaller gibi), bu normallik nosyonu çerçevesinde roller biçer. Ülkemizin, katı merkeziyetçi bir eğitim sistemi olduğunu da düşünürsek, ‘yeni programın’ merkezin söylemleri etrafında bir normallik tahayyül ettiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Eleştirel eğitimcilerin ve sosyal bilimcilerin iyi bildiği üzere, epey bir süredir o merkezde (yaklaşık olarak 12 Eylül’den itibaren) ahlakçı (ahlaklı değil), fırsatçı, Türkçü, piyasacı ve “İslam sosuna bandırılmış” bir normallik kaygısı mevcut. Bu program ile birlikte İslam bir sos olmaktan çıkmış ve ana yemek haline gelmiştir. Diğer normallik parametreleri yerli yerinde duruyor. Bu bağlamda yeni program, çok da yeni değil. Öteden beri uygulanan programların devamı. Bu noktada, eleştirel eğitimcilerin uzun süredir yaptığı itirazlar bakidir. Merkezi bir eğitim sisteminin, Türkiye gibi bir ülkede uygulanması eğitim sisteminin krizlerini derinleştiriyor. Ülkemiz geniş bir coğrafyaya, büyük bir nüfusa ve farklı etnik ve inanç gruplarına sahip. Dolayısı ile, merkezi olarak hazırlanan bir programın, herkesin ihtiyaçlarına cevap vermesi beklenemez.
Mikro boyutta baktığımızda ise beceri odaklı, öğrenci merkezli ve psikoloji baskın bir metin görüyoruz. Sondan başlarsak, eğitimin kendisi bir bilim olmadığından (daha ziyade sosyal bilimsel bir çalışma ve uygulama alanı), diğer disiplinlerin geliştirdiği kavramlardan ve kuramlardan yararlanır. Eğitim sisteminin çalışılan alanına göre, yararlanılan disiplinler farklılık gösterir. Örneğin, eğitim ve toplum ilişkisini incelemek için daha çok sosyolojinin ve antropolojinin, öğrenme konusunda daha çok psikolojinin araçları ve kavramları kullanılır. Neoliberalizmin hegemonik bir yönelim olarak görünmesiyle birlikte, eğitim alanı da psikolojinin tahakkümü altına girmiştir. Eğitimin sosyolojisi, politikası, antropolojisi ve ekonomisi gibi birçok farklı boyutu önemsizleşmiştir. Bu durumun yıkıcı sonuçları olmuştur. Örneğin, bölgeler, hatta okullar arası eşitsizlik tartışılırken, mesele salt olanaklar, öğretmen yetersizliği (nicel ve nitel olmak üzere) ve öğrencilerin bireysel özellikleri üzerinden açıklanır ve sistemin yapısal özelliklerine pek değinilmez. Psikolojik öğrenme/öğretme kuramları sterildir ve öğrenmenin sınıfsal ve kültürel boyutunu görünmez kılar. Tam da bu yüzden bazı gruplar sistem içerisinde daha başarılı olurken, çoğunluk sistem dışında kalır. Bir başka ifadeyle, bu programla, Yozgat’ın köyünde okula giden öğrenci de Hakkari’deki öğrenci de ‘başarısız’ olacaktır. Müfredatın beceri odaklı olması, bu eşitsizliği derinleştirecek olan bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Eğitim programları alanında, bilgi ve beceri meselesi sıklıkla tartışılan bir konudur. Yeni program, selefi olduğu diğer programlar gibi tercihini ikincisinden yana kullanarak, beceri vurgusunu derinleştirmektedir. Zaten, sadeleşme vurgusu da bu yüzden yapılmaktadır. Burada, sadeleşen bilgidir. Çağdaş eğitim sistemlerinde, bilginin niteliği ve değeri piyasaya göre belirlenir olmuştur. Bilgi artık ‘bir işe yarıyorsa’ önemli ve öğrenmeye ve öğretilmeye değer bulunmaktadır. Aksi durumda bilgi önemsizdir. Bilgi metalaşmıştır. PISA gibi uluslararası sınavlar da bu durumu besleyen mekanizmalardır. Sıklıkla 21. Yüzyıl Becerileri’ olarak duyduğumuz beceriler tam da bu anlayışın ürünleridir. Eğitim sistemleri içeriksizleşmektedir. Oysa, yığınların kendilerine bir anlam dünyası, bir perspektif oluşturmak, sosyal ve ekonomik bir pozisyon oluşturmak için ihtiyaç duyduğu içeriğe/bilgiye sistemli bir şekilde ulaştığı yegâne yer okullardır. Şimdi bu mekanizma daha da köreltilmektedir. Bu içeriğe/bilgiye, koşulları uygun olanlar yine ulaşacak, ancak büyük yığınlar bu haktan mahrum kalacaktır. Bu da kaçınılmaz olarak eşitsizliği derinleştirilecektir.
PISA’cıların, becericilerin ve eğitimci olmayan eğitim uzmanlarının hararetle savunduğu bir model olan, öğrenci merkezli eğitim yeni programın eskisinden miras aldığı bir diğer husustur. Öğrenci merkezli yaklaşımın beslendiği psikoloji odaklı öğrenme teorileri, yeterli olanakların olduğu, nitelikli öğretmenin, uygun metotların kullanıldığı bir öğrenme ortamında, eğer öğrenciler uygun bireysel özelliklere sahipse öğrenmenin gerçekleşeceğine inanır. Öğrenmeye bireysel bir vaka olarak bakılır. ‘Başarı’ ve başarısızlık’ öncelikle, öğrencinin ‘bireysel özellikleri’ üzerinden açıklanır, yapısal durumlar göz ardı edilir. Bu sayede pedagojik dil, öğretmen sayısının yetersizliği, prekaryalaşan öğretmen emeği, sınıf mevcutlarının yüksekliği, bölgesel ve okullar arası derin eşitsizlikler gibi öğrenmenin önündeki büyük engeller görünmez kılınır.
Özetle, bu hali ile yeni program, selefi olduğu diğer programlar gibi var olan eşitsizlikleri ve güç ilişkilerini yeniden üretecek ve derinleştirecektir. Buna karşın yapılması gereken, eğitimin yerelleştirilerek öğretmenin merkezde olduğu ve herkesin doğru ve ihtiyaç duyulan bilgiye doğru zamanda erişme hakkını garanti eden programların uygulanmasıdır.
*Akademisyen, Eğitim Politikaları