Yeni Osmanlıcılığın sonbaharı

Batı ve ABD’ye stratejik açıdan değerli olduğunu göstermeye çalışan, ordusunun gücü üzerinden ayakta tutunmayı deneyen, yorgun bir liderin, yıpranmış bir iktidarın, yalnızlaşmış bir ülkenin iç ve dış politikasındaki gerileyişini, kendini tüketirken ülkeyi, çevreyi ve tabii dış politikayı tüketişini izliyoruz.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Taliban’ın Kabil’i kuşattığı bugünlerde AKP iktidarının buradaki havaalanını koruma ve Türk askerlerini çekmeme ısrarı dış politikanın ana gündemini oluşturdu. Genel olarak bakıldığındaysa Türkiye, tarihinin en dış politikasız, en dağınık dönemini yaşıyor. Şu an izlenen ve adına pek de dış politika diyemeyeceğimiz sürecin dayandığı bir temel, bir eksen, bir yönelim, onu tanımlayacak bir kavram bulunmuyor. Tam da ABD’nin, Afganistan dahil Ortadoğu bölgesine yönelik askerî angajmanlarını azaltmaya dayalı yeni politikaya geçtiği bir dönemde ve bunun yarattığı önemli fırsatların eşiğinde, Erdoğan yönetimi içte bir tükenmişlik sendromuna doğru giderken dıştaki yalnızlığı artıyor. Bu yazıda ABD’nin bölgedeki etkinliğini azaltmaya dayalı politikasının bölgede Türkiye için önemli fırsatlar sunabileceğini ama bu kritik sürecin AKP’nin yanlış politikaları yüzünden Türkiye’yî zayıflatması nedeniyle tarihî bir imkânın harcandığını savunacağım.

NASIL BİR ÇEKİLME?

Amerikan dış politikasını izleyenler 1980’lerden beri ABD’nin aşırı yayıldığı (overstrech), bunun malî ve stratejik maliyetleri olduğu yolunda bir tartışmanın olduğunu bilirler. ABD’de en son Trump ile temsil edilen “Önce Amerika” ve isolasyonist akımın da etkisiyle, ülkenin kaynak, askerî imkân ve insan gücünün gereksiz müdahale, işgal ve askerî üslerle heba edildiğini öne süren bir çevre vardır. Özellikle Bush’un giriştiği savaşlardan sonra Obama dönemi Irak ve Afganistan’dan çekilme politikasını öne çıkardı ama bu çekilme gerçekleşmedi. Trump bu politikayı daha vurgulu bir şekilde dile getirdi ama Suriye’den bile 2 bin civarında askeri çekemedi. Afganistan şu anda tam çekilmenin tek istisnası olacak. ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesinin niteliğinin ise farklı olacağını söylemek gerek. Öncelikle ABD’nin siyasal ve stratejik bağları yerli yerinde duracak, ittifak anlaşmaları devam edecek. Askerî olarak Irak’ta 2 bin 500 civarında muharip güç, yerini aynı sayıda eğitim veren bir askerî güce bırakacak. Suriye’de 900 civarında Amerikan askeri kalacak ve bunlara Irak’taki askerî varlık destek sağlayacak. ABD, Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak ve Ürdün’den başta Patriot olmak üzere bazı silah sistemleriyle bir miktar asker çekti, bölgedeki savaş uçaklarının sayısını azalttı.

DİPLOMASİYE ALAN AÇMAK

ABD’nin dış politikasında Ortadoğu’nun gereğinden fazla yer tuttuğu, buradaki angajmanın getirisinden çok götürüsü olduğu uzun süredir tartışılıyordu. Biden yönetimi açıkça dış politikasında Ortadoğu’nun öncelikli bir yere sahip olmayacağını belli etti, bunu da zaman zaman dile getirdi. 2000’lerin sonuna doğru “ılımlı İslamcılar” aracılığıyla bölgenin Batı sistemine bağımlılık ilişkisi yeniden kurulmaya çalışıldı ama işlemeyeceği görülünce bundan vazgeçildi. Devamı bir tür “kontrollü kaos” politikası oldu, ABD kendi müttefikleri dışındaki Libya, Yemen, Suriye ve Irak gibi ülkelerin istikrarsızlaşmasına göz yumdu. Biden yönetimi ise bölgeye yönelik olarak genel hatlarıyla şu politikaları öne çıkardı: Çatışma dinamiğinin sona ermesi, Amerikan askerî varlığının azaltılması, İslamcı siyasetin geri çekilmesi, otoriter yönetimlere mesafe koyma, Amerikan müttefikleri arası ve müttefikleriyle hasımları arasındaki gerilimlerin azaltılması. Biden yönetiminin dış politikasında demokratikleşmeyi öne çıkarmasının Ortadoğu’ya tam bir yansıması henüz görülmedi. Biden şimdilik otoriter rejimler ve aktörlerle mesafeli bir ilişki kurmakla yetiniyor. Erdoğan ile bir kez telefon görüşmesi (onda da Ermeni soykırımını tanıyacağını söyledi) ve NATO zirvesi sırasında kısa bir görüşme, Suudi prensi M. Bin Selman yerine babası ve kardeşini muhatap alma, Sisi’yi davet etmeme, Netanyahu’yu bir ay sonra arama gibi sembolik adımlar geldi.

Biden yönetimi göreve gelir gelmez Yemen savaşını bitirmesi için Suudilere baskı yaptı, İran destekli Husileri terör listesinden çıkarttı, Filistin’e malî yardımı yeniden başlattı, Suudi yönetimini İran ile görüşmeye zorladı (Suudiler İran ile gizli görüşmelere başladılar), Suudiler Suriye ve Irak ile temasa geçtiler, Katar ile Suudi Arabistan ve BAE zaten daha Biden gelmeden anlaştılar. Yine Abraham Anlaşması denen süreç ile dört ülke -Fas, Sudan, Bahreyn ve BAE- İsrail’i tanıyarak bu ülkeyi rahatlatmışlardı. Biden bir yandan da İran’a müzakere sürecini zorlayarak, bir şekilde Obama yönetiminin, İran’a angaje olarak dışa açma politikasına geri döndü. Bütün bunlar ABD’nin bölgeyi göz ardı edeceği, siyasal angajmanını sonlandıracağı anlamına gelmiyor. Ama uzun süredir ABD yönetimleri Ortadoğu’nun dış politika ve güvenlik enerjisini emmesinden de rahatsızdılar. Beklenen bölge ülkelerinin kendi aralarındaki gerilim ve sorunları çözüp, bölgesel bir istikrarı yakalamaları, askerî olarak kendi ayakları üzerinde durmaya başlamaları ve ABD’nin de giderek Çin’e (ve kısmen Rusya’ya) yoğunlaşabilmesi.

TARİHÎ FIRSATI KAYBETMEK

ABD’nin çatışmadan çok istikrara oynamaya başlaması, aklı başında bir iktidar için önemli bir fırsat sunabilirdi. AKP iktidarı, Bush ve Obama dönemindeki ılımlı İslamcılığın desteklenmesi (model ortaklık) politikasına, Trump yönetimi sırasında ise otoriterleşmeye göz yumulması siyasetine gayet iyi uyum sağlayabilmişti. Bunda, İslamcıların genel olarak, Türkiye’deki AKP’lileşmiş İslamcılığın ise özel olarak aşırı esnek, her renge bürünebilme, bir tür “siyasal bukalemun” olabilmelerinin sağladığı avantaj vardı. AKP zaman içinde liberal, Yeni Osmanlıcı, milliyetçi, Avrasyacı, İslamcı olabilmek gibi siyasal yelpazenin merkezden sağa doğru bütün renklerini deneyebilmiş, kendi seçmeninden bunun için yetki almış ve bundan da bir rahatsızlık duymamış bir parti. Ne var ki, bölge siyasetindeki bu dönüşüm, bu kez AKP için yeni bir fırsat yaratamıyor. Bunun da en önemli nedeni, AKP liderliğinin artık siyaseten kendisini tüketmeye başlaması, yeni bir siyasal kimlik üstlenemeyecek kadar zayıflamış ve rotasını kaybetmiş olması.

DIŞ POLİTİKADA ÇÖKÜŞ

Oysa, ABD’nin bölge politikasında inisiyatifi bölge ülkelerine bırakıyor olması, yalnızca Türkiye için değil, bölge için de önemli bir imkandı. Bölge siyasetinin yeniden düzenlenmesi sürecinde dinamik, saygı duyulan bir Türkiye’nin arabulucu, kolaylaştırıcı, bölge ülkelerini bir araya getiren bir girişim başlatması mümkündü. Böylece, hem Türkiye bölgesel profilini yükseltebilir, ABD ve diğer bölge dışı güçlerin siyasal müdahalelerini güçleştirebilir, sorun çözücü roller üstlenebilirdi. Ama AKP hükümetinin şu anda iç ve dış koşullarda bu tür bir rol oynayabilme imkânı yok. Bir dönem Trump’ın açtığı alanda “stratejik özerklik” deneyen, dış politikasını aşırı militaristleştiren, Fransa, İsrail, Suudi Arabistan, BAE gibi Batı sistemi içindeki ülkelerle Türkiye’ye fayda sağlamayan sürtüşmelere giren AKP, yaptırım ve dışlanma gibi baskılarla karşılaştığında Doğu Akdeniz’de olduğu gibi geri çekilmek, Mavi Vatan türü yeterince iyi tanımlanmamış ve arkasında duramayacağı iddialarından vazgeçmek zorunda kaldı. Dolayısıyla, ABD bölgedeki ağırlığını azaltırken, Türkiye AKP yönetimi altında dış ve güvenlik politikasında gerilemek gibi paradoksal bir yola girdi, kendisini bir kapana soktu. Dış politikada gereğinden fazla askerî angajmana girmek bu noktada ayak bağına dönüştü, Türkiye’nin hareket alanını daralttı.

Erdoğan yönetiminin elini zayıflatan bir diğer etken ise iktidarda kalabilmek için içte kurduğu ittifakın elini zayıflatması, dış politikada yeni hamle yapmasını zorlaştırması.

İTİBARSIZLAŞMA

Türkiye’nin hem imaj, hem de dış politika açısından en önemli sorunlarından bir tanesi, inandırıcılığı ve itibarı çok zedelenmiş bir ülke olması. Öyle ki, Erdoğan’ın bölge ülkeleriyle ilişkileri düzeltmeye yönelik bazı girişimleri bile karşılık bulmadı. Sisi yönetimi öylesine ağır koşullar ileri sürdü ki, Mısır’la bir türlü beklenen diplomatik ilişkiler kurulamadı. Erdoğan temmuz ayı içinde İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u aradıktan hemen sonra İsrail; Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile yakınlığını teyit etti. Suudi Arabistan ve BAE ile yakınlaşmada ilerleme sağlanamadı, hatta BAE, Tunus’ta AKP’ye yakın El Nahda koalisyon hükümetinin görevden alınmasında rol oynadı. Tunus’ta cumhurbaşkanı Kays Said parlamentoyu askıya aldığında AKP medyası ve parti olarak bunu darbe şeklinde tanımlarken ve AKP’yi stratejik yalnızlığın yanında ideolojik bir yalnızlığa iterken, Erdoğan’ın “darbeci” cumhurbaşkanını araması, yaşanan süreci Tunus’un 15 Temmuz’u olarak niteleyen ve halkı direnmeye çağıran El Nahda lideri Gannuşi ile temastan kaçınması bu yalnızlığın, çaresizliğin bir başka görünümü oldu. Normal koşullarda kükremesi beklenen, Katar’ı yanına alarak açıklama yapması beklenen Erdoğan süreci sessizce kabullenmek, ABD ve AB çizgisiyle uzlaşmak zorunda kaldı.

AKP yönetiminin elinde dış politikada kullanabileceği bir araç da kalmadı. Artık ne askerî güç kullanabilecek durumda, ne de iyice zayıflattığı diplomasiyi devreye sokabilecek bir bölgesel ve uluslararası desteği var. Tekrar Suriye’ye girse olmaz, göçmenleri otobüse bindirip sınıra yığsa -geçmişte denendi pek işe yaramadı, Azerbaycan’ın Karabağ’ın bir kısmını almasının sağladığı etki geçti, Irak’taki operasyonlar dikkat çekmeyecek denli sıradanlaştı. Kıbrıs’ta yeni bir hamleyle iki devlet formülü ve Maraş’ın küçük bir kısmının açılması gibi açılımlar ise Kıbrıs sorunu yorgunu Türkiye kamuoyunu hareketlendiremiyor, bir heyecan yaratmıyor. Tersine BM Güvenlik Konseyi’nin açıklamasıyla Türkiye’nin yalnızlığını iyice açığa vuruyor.

Libya dışişleri bakanı, Çavuşoğlu yanındayken yabancı güçlerin ve paralı askerlerin çıkması gerektiğini söylüyor, Yunanistan dışişleri bakanı, Çavuşoğlu yanındayken Türkiye’yi ağır bir şeklide suçluyor, Suriye Türkiye’nin kontrol ettiği yerlerden çıkmasını istiyor, Irak Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde açtığı üslerden rahatsızlığını belirtiyor, Taliban ise Erdoğan iktidarının bir tutkuyla bağlandığı Kabil havalimanını terk etmesi için ültimatom veriyor. Bütün bu acziyet dışarıda izleniyor, Türkiye’nin diplomatik olarak içine düştüğü sıkışıklık, çıkış bulamama, bu ölçekte bir ülkenin edilgen pozisyondan pazarlık yapma durumu biliniyor, her muhatabı bu noktadan ilişki kuruyor. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, bir şiddet aygıtı gibi hareket eden, geçen yüzyıllardan kalma bir Taliban hareketinin lideriyle görüşebileceğini kameralar önünde açıklayabiliyor, karşılığında Türkiye’ye 'havaalanından çık' deniyor.

Batı ve ABD’ye stratejik açıdan değerli olduğunu göstermeye çalışan, ordusunun gücü üzerinden ayakta tutunmayı deneyen, yorgun bir liderin, yıpranmış bir iktidarın, yalnızlaşmış bir ülkenin iç ve dış politikasındaki gerileyişini, kendini tüketirken ülkeyi, çevreyi ve tabii dış politikayı tüketişini izliyoruz. İçeride ve dışarıda herhangi bir davanın savunuculuğunu yapamayacak denli dağınık, ABD’nin bu kez gerçekten bıraktığı boşluğu doldurarak bölgede daha sağlam bir istikrar kurma imkanını kaçıran, içine girdiği hiçbir ideolojik kılıfın hakkını verememiş, hepsini tüketmiş bir iktidar ilk seçimde gitse bile geriye ağır bir enkaz bırakmış olacak.

Tüm yazılarını göster