Taliban’ın Kabil’i kuşattığı bugünlerde AKP iktidarının buradaki
havaalanını koruma ve Türk askerlerini çekmeme ısrarı dış
politikanın ana gündemini oluşturdu. Genel olarak bakıldığındaysa
Türkiye, tarihinin en dış politikasız, en dağınık dönemini yaşıyor.
Şu an izlenen ve adına pek de dış politika diyemeyeceğimiz sürecin
dayandığı bir temel, bir eksen, bir yönelim, onu tanımlayacak bir
kavram bulunmuyor. Tam da ABD’nin, Afganistan dahil Ortadoğu
bölgesine yönelik askerî angajmanlarını azaltmaya dayalı yeni
politikaya geçtiği bir dönemde ve bunun yarattığı önemli
fırsatların eşiğinde, Erdoğan yönetimi içte bir tükenmişlik
sendromuna doğru giderken dıştaki yalnızlığı artıyor. Bu yazıda
ABD’nin bölgedeki etkinliğini azaltmaya dayalı politikasının
bölgede Türkiye için önemli fırsatlar sunabileceğini ama bu kritik
sürecin AKP’nin yanlış politikaları yüzünden Türkiye’yî
zayıflatması nedeniyle tarihî bir imkânın harcandığını
savunacağım.
NASIL BİR ÇEKİLME?
Amerikan dış politikasını izleyenler 1980’lerden beri ABD’nin
aşırı yayıldığı (overstrech), bunun malî ve stratejik maliyetleri
olduğu yolunda bir tartışmanın olduğunu bilirler. ABD’de en son
Trump ile temsil edilen “Önce Amerika” ve isolasyonist akımın da
etkisiyle, ülkenin kaynak, askerî imkân ve insan gücünün gereksiz
müdahale, işgal ve askerî üslerle heba edildiğini öne süren bir
çevre vardır. Özellikle Bush’un giriştiği savaşlardan sonra Obama
dönemi Irak ve Afganistan’dan çekilme politikasını öne çıkardı ama
bu çekilme gerçekleşmedi. Trump bu politikayı daha vurgulu bir
şekilde dile getirdi ama Suriye’den bile 2 bin civarında askeri
çekemedi. Afganistan şu anda tam çekilmenin tek istisnası olacak.
ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesinin niteliğinin ise farklı olacağını
söylemek gerek. Öncelikle ABD’nin siyasal ve stratejik bağları
yerli yerinde duracak, ittifak anlaşmaları devam edecek. Askerî
olarak Irak’ta 2 bin 500 civarında muharip güç, yerini aynı sayıda
eğitim veren bir askerî güce bırakacak. Suriye’de 900 civarında
Amerikan askeri kalacak ve bunlara Irak’taki askerî varlık destek
sağlayacak. ABD, Suudi Arabistan, Kuveyt, Irak ve Ürdün’den başta
Patriot olmak üzere bazı silah sistemleriyle bir miktar asker
çekti, bölgedeki savaş uçaklarının sayısını azalttı.
DİPLOMASİYE ALAN AÇMAK
ABD’nin dış politikasında Ortadoğu’nun gereğinden fazla yer
tuttuğu, buradaki angajmanın getirisinden çok götürüsü olduğu uzun
süredir tartışılıyordu. Biden yönetimi açıkça dış politikasında
Ortadoğu’nun öncelikli bir yere sahip olmayacağını belli etti, bunu
da zaman zaman dile getirdi. 2000’lerin sonuna doğru “ılımlı
İslamcılar” aracılığıyla bölgenin Batı sistemine bağımlılık
ilişkisi yeniden kurulmaya çalışıldı ama işlemeyeceği görülünce
bundan vazgeçildi. Devamı bir tür “kontrollü kaos” politikası oldu,
ABD kendi müttefikleri dışındaki Libya, Yemen, Suriye ve Irak gibi
ülkelerin istikrarsızlaşmasına göz yumdu. Biden yönetimi ise
bölgeye yönelik olarak genel hatlarıyla şu politikaları öne
çıkardı: Çatışma dinamiğinin sona ermesi, Amerikan askerî
varlığının azaltılması, İslamcı siyasetin geri çekilmesi, otoriter
yönetimlere mesafe koyma, Amerikan müttefikleri arası ve
müttefikleriyle hasımları arasındaki gerilimlerin azaltılması.
Biden yönetiminin dış politikasında demokratikleşmeyi öne
çıkarmasının Ortadoğu’ya tam bir yansıması henüz görülmedi. Biden
şimdilik otoriter rejimler ve aktörlerle mesafeli bir ilişki
kurmakla yetiniyor. Erdoğan ile bir kez telefon görüşmesi (onda da
Ermeni soykırımını tanıyacağını söyledi) ve NATO zirvesi sırasında
kısa bir görüşme, Suudi prensi M. Bin Selman yerine babası ve
kardeşini muhatap alma, Sisi’yi davet etmeme, Netanyahu’yu bir ay
sonra arama gibi sembolik adımlar geldi.
Biden yönetimi göreve gelir gelmez Yemen savaşını bitirmesi için
Suudilere baskı yaptı, İran destekli Husileri terör listesinden
çıkarttı, Filistin’e malî yardımı yeniden başlattı, Suudi
yönetimini İran ile görüşmeye zorladı (Suudiler İran ile gizli
görüşmelere başladılar), Suudiler Suriye ve Irak ile temasa
geçtiler, Katar ile Suudi Arabistan ve BAE zaten daha Biden
gelmeden anlaştılar. Yine Abraham Anlaşması denen süreç ile dört
ülke -Fas, Sudan, Bahreyn ve BAE- İsrail’i tanıyarak bu ülkeyi
rahatlatmışlardı. Biden bir yandan da İran’a müzakere sürecini
zorlayarak, bir şekilde Obama yönetiminin, İran’a angaje olarak
dışa açma politikasına geri döndü. Bütün bunlar ABD’nin bölgeyi göz
ardı edeceği, siyasal angajmanını sonlandıracağı anlamına gelmiyor.
Ama uzun süredir ABD yönetimleri Ortadoğu’nun dış politika ve
güvenlik enerjisini emmesinden de rahatsızdılar. Beklenen bölge
ülkelerinin kendi aralarındaki gerilim ve sorunları çözüp, bölgesel
bir istikrarı yakalamaları, askerî olarak kendi ayakları üzerinde
durmaya başlamaları ve ABD’nin de giderek Çin’e (ve kısmen
Rusya’ya) yoğunlaşabilmesi.
TARİHÎ FIRSATI KAYBETMEK
ABD’nin çatışmadan çok istikrara oynamaya başlaması, aklı
başında bir iktidar için önemli bir fırsat sunabilirdi. AKP
iktidarı, Bush ve Obama dönemindeki ılımlı İslamcılığın
desteklenmesi (model ortaklık) politikasına, Trump yönetimi
sırasında ise otoriterleşmeye göz yumulması siyasetine gayet iyi
uyum sağlayabilmişti. Bunda, İslamcıların genel olarak,
Türkiye’deki AKP’lileşmiş İslamcılığın ise özel olarak aşırı esnek,
her renge bürünebilme, bir tür “siyasal bukalemun” olabilmelerinin
sağladığı avantaj vardı. AKP zaman içinde liberal, Yeni Osmanlıcı,
milliyetçi, Avrasyacı, İslamcı olabilmek gibi siyasal yelpazenin
merkezden sağa doğru bütün renklerini deneyebilmiş, kendi
seçmeninden bunun için yetki almış ve bundan da bir rahatsızlık
duymamış bir parti. Ne var ki, bölge siyasetindeki bu dönüşüm, bu
kez AKP için yeni bir fırsat yaratamıyor. Bunun da en önemli
nedeni, AKP liderliğinin artık siyaseten kendisini tüketmeye
başlaması, yeni bir siyasal kimlik üstlenemeyecek kadar zayıflamış
ve rotasını kaybetmiş olması.
DIŞ POLİTİKADA ÇÖKÜŞ
Oysa, ABD’nin bölge politikasında inisiyatifi bölge ülkelerine
bırakıyor olması, yalnızca Türkiye için değil, bölge için de önemli
bir imkandı. Bölge siyasetinin yeniden düzenlenmesi sürecinde
dinamik, saygı duyulan bir Türkiye’nin arabulucu, kolaylaştırıcı,
bölge ülkelerini bir araya getiren bir girişim başlatması mümkündü.
Böylece, hem Türkiye bölgesel profilini yükseltebilir, ABD ve diğer
bölge dışı güçlerin siyasal müdahalelerini güçleştirebilir, sorun
çözücü roller üstlenebilirdi. Ama AKP hükümetinin şu anda iç ve dış
koşullarda bu tür bir rol oynayabilme imkânı yok. Bir dönem
Trump’ın açtığı alanda “stratejik özerklik” deneyen, dış
politikasını aşırı militaristleştiren, Fransa, İsrail, Suudi
Arabistan, BAE gibi Batı sistemi içindeki ülkelerle Türkiye’ye
fayda sağlamayan sürtüşmelere giren AKP, yaptırım ve dışlanma gibi
baskılarla karşılaştığında Doğu Akdeniz’de olduğu gibi geri
çekilmek, Mavi Vatan türü yeterince iyi tanımlanmamış ve arkasında
duramayacağı iddialarından vazgeçmek zorunda kaldı. Dolayısıyla,
ABD bölgedeki ağırlığını azaltırken, Türkiye AKP yönetimi altında
dış ve güvenlik politikasında gerilemek gibi paradoksal bir yola
girdi, kendisini bir kapana soktu. Dış politikada gereğinden fazla
askerî angajmana girmek bu noktada ayak bağına dönüştü, Türkiye’nin
hareket alanını daralttı.
Erdoğan yönetiminin elini zayıflatan bir diğer etken ise
iktidarda kalabilmek için içte kurduğu ittifakın elini
zayıflatması, dış politikada yeni hamle yapmasını
zorlaştırması.
İTİBARSIZLAŞMA
Türkiye’nin hem imaj, hem de dış politika açısından en önemli
sorunlarından bir tanesi, inandırıcılığı ve itibarı çok zedelenmiş
bir ülke olması. Öyle ki, Erdoğan’ın bölge ülkeleriyle ilişkileri
düzeltmeye yönelik bazı girişimleri bile karşılık bulmadı. Sisi
yönetimi öylesine ağır koşullar ileri sürdü ki, Mısır’la bir türlü
beklenen diplomatik ilişkiler kurulamadı. Erdoğan temmuz ayı içinde
İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u aradıktan hemen sonra İsrail;
Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile yakınlığını teyit etti. Suudi
Arabistan ve BAE ile yakınlaşmada ilerleme sağlanamadı, hatta BAE,
Tunus’ta AKP’ye yakın El Nahda koalisyon hükümetinin görevden
alınmasında rol oynadı. Tunus’ta cumhurbaşkanı Kays Said
parlamentoyu askıya aldığında AKP medyası ve parti olarak bunu
darbe şeklinde tanımlarken ve AKP’yi stratejik yalnızlığın yanında
ideolojik bir yalnızlığa iterken, Erdoğan’ın “darbeci”
cumhurbaşkanını araması, yaşanan süreci Tunus’un 15 Temmuz’u olarak
niteleyen ve halkı direnmeye çağıran El Nahda lideri Gannuşi ile
temastan kaçınması bu yalnızlığın, çaresizliğin bir başka görünümü
oldu. Normal koşullarda kükremesi beklenen, Katar’ı yanına alarak
açıklama yapması beklenen Erdoğan süreci sessizce kabullenmek, ABD
ve AB çizgisiyle uzlaşmak zorunda kaldı.
AKP yönetiminin elinde dış politikada kullanabileceği bir araç
da kalmadı. Artık ne askerî güç kullanabilecek durumda, ne de iyice
zayıflattığı diplomasiyi devreye sokabilecek bir bölgesel ve
uluslararası desteği var. Tekrar Suriye’ye girse olmaz, göçmenleri
otobüse bindirip sınıra yığsa -geçmişte denendi pek işe yaramadı,
Azerbaycan’ın Karabağ’ın bir kısmını almasının sağladığı etki
geçti, Irak’taki operasyonlar dikkat çekmeyecek denli sıradanlaştı.
Kıbrıs’ta yeni bir hamleyle iki devlet formülü ve Maraş’ın küçük
bir kısmının açılması gibi açılımlar ise Kıbrıs sorunu yorgunu
Türkiye kamuoyunu hareketlendiremiyor, bir heyecan yaratmıyor.
Tersine BM Güvenlik Konseyi’nin açıklamasıyla Türkiye’nin
yalnızlığını iyice açığa vuruyor.
Libya dışişleri bakanı, Çavuşoğlu yanındayken yabancı güçlerin
ve paralı askerlerin çıkması gerektiğini söylüyor, Yunanistan
dışişleri bakanı, Çavuşoğlu yanındayken Türkiye’yi ağır bir şeklide
suçluyor, Suriye Türkiye’nin kontrol ettiği yerlerden çıkmasını
istiyor, Irak Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde açtığı üslerden
rahatsızlığını belirtiyor, Taliban ise Erdoğan iktidarının bir
tutkuyla bağlandığı Kabil havalimanını terk etmesi için ültimatom
veriyor. Bütün bu acziyet dışarıda izleniyor, Türkiye’nin
diplomatik olarak içine düştüğü sıkışıklık, çıkış bulamama, bu
ölçekte bir ülkenin edilgen pozisyondan pazarlık yapma durumu
biliniyor, her muhatabı bu noktadan ilişki kuruyor. Laik Türkiye
Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, bir şiddet aygıtı gibi hareket eden,
geçen yüzyıllardan kalma bir Taliban hareketinin lideriyle
görüşebileceğini kameralar önünde açıklayabiliyor, karşılığında
Türkiye’ye 'havaalanından çık' deniyor.
Batı ve ABD’ye stratejik açıdan değerli olduğunu göstermeye
çalışan, ordusunun gücü üzerinden ayakta tutunmayı deneyen, yorgun
bir liderin, yıpranmış bir iktidarın, yalnızlaşmış bir ülkenin iç
ve dış politikasındaki gerileyişini, kendini tüketirken ülkeyi,
çevreyi ve tabii dış politikayı tüketişini izliyoruz. İçeride ve
dışarıda herhangi bir davanın savunuculuğunu yapamayacak denli
dağınık, ABD’nin bu kez gerçekten bıraktığı boşluğu doldurarak
bölgede daha sağlam bir istikrar kurma imkanını kaçıran, içine
girdiği hiçbir ideolojik kılıfın hakkını verememiş, hepsini
tüketmiş bir iktidar ilk seçimde gitse bile geriye ağır bir enkaz
bırakmış olacak.