Geçtiğimiz hafta Fatih Altaylı Teke Tek programına ardı ardına, Türkiye’nin “yaşlı” siyaseti bakımından genç sayılabilecek iki siyasetçiyi konuk etti. Bu siyasetçilerin birincisi Gazete Duvar’ın genç okurları için bir ömür sayılabilecek kadar uzun bir süreden beri Türkiye’yi yöneten AKP’nin kurucularındandı. Partisinin yerel seçimlerdeki kan kaybının ardından AKP’den ayrılan eski bakan Ali Babacan, istifa mektubu ve sonrasında yayınladığı kısa bir açıklamanın dışında, şimdiye kadar medyanın karşısına çıkmamış, bildiğim kadarıyla herhangi bir röportaj vermemişti. Babacan, Aralık ayı sonunda kurulacağını söylediği ancak henüz ne adı ne de kadroları belli olmayan bir partinin, olası genel başkanı sıfatıyla ekran karşısına ilk kez çıktı. Fatih Altaylı’nın ertesi günkü konuğu ise İstanbul’un yeni belediye başkanı ve CHP’nin bir sonraki seçimlerdeki muhtemel cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu oldu. Birkaç gün öncesinde, parti içindeki kumpas söylentileriyle ve Muharrem İnce’nin birçok havuz kanalının ve yandaş basının aşırı ilgisiyle karşılaşan basın toplantısıyla kamuoyunun ilgisi CHP’ye odaklanmış, CHP’nin bir yönetilemezlik krizi içinde olduğu, kendi iç çalkantılarıyla baş edemediği söylentileriyle iktidara hizmet eden bu yapay gündem bizleri fazlasıyla meşgul etmişti.
Oysa Fatih Altaylı’ya konuk olan bu iki “genç” siyasetçi, rüzgârın artık eski siyaset ve onun bir bardak suda fırtına çıkaran yapay gündemlerinden yana olmadığını çok açık biçimde fark etmiş görünüyor. Her ikisi de, bugüne kadar ne Türk halkının ağır biçimde milliyetçi olduğuna inanmış CHP’den ne de ilk zamanlarında “muhafazakâr demokrasi” kimliğini giyinmeye çalışan ancak kısa sürede “demokrasi tabii ki sandıktan ibarettir, ya neden ibaret olacak” çizgisine dönen, hatta aslında bir tren olan demokrasiden istasyona varıldığında inilebileceğine inanan AKP’den duymaya alışık olmadığımız bir kavramdan söz ediyordu: Demokrasi.
Haksızlık etmeyelim, demokrasi, özellikle son birkaç yıldır CHP’nin seçim kampanyalarında soluk bir renk olarak karşımıza çıkmıyor değil; ancak burada kastettiğim, seçmene düşen görevin sandık başına gidip oy vermek ve sonra da sandıklara sahip çıkmaktan başka bir şey olduğuna, başka türlü bir demokrasinin, birlikte karar alma ve birlikte yönetmeye dair bir anlayışın CHP’nin siyaset modeli içinde neredeyse hiç yer bulmaması. Böyle olunca da, hem siyaset yapma biçimleri hem de seçmenle kurulan ilişkide, demokrasinin tali bir öge olarak kalması, belki de verili kabul edilmesi söz konusu oluyor. CHP’nin başlıca açmazlarından birisinin, milliyetçi, muhafazakâr seçmenin bir şekilde gönlünü almaya çalışırken toplumun baskıdan ve otoriterlikten bunalmış, özgürlük ve eşitlik isteyen kesimlerine neredeyse “Biraz da biz yönetelim” demenin ötesinde başka bir şey vaat edemez olması.
Hem CHP’nin hem de AKP’nin “eskimiş” siyasetinin bugün tıkanmış olmasının sebebi de burada yatıyor. İnsanları ümitsizliğe sürükleyen, hiçbir şeyin değişmeyeceği endişesiyle çaresizce beklemekten başka bir şey yapmamaya yönlendiren, bu eskimiş olanın bugüne dönük bir vaat getirememesi. Altaylı’nın programına konuk olan her iki siyasetçinin de farkı burada. Babacan, bugüne kadar bir bakıma AKP’nin fabrika ayarlarına dönme hayaliyle siyaset yapıyormuş görüntüsü veriyordu. Katıldığı programda da kısmen bu vurguyu sürdürdüğünü gördük. Ancak, bu sefer Fatih Altaylı’nın karizmatik bir lider olmadığı, masaya yumruğunu koyup seçmeni heyecanlandıramayacağı yönündeki tespitlerine yanıt verirken çok net bir şekilde meselenin artık masaya yumruğu indirmek olmadığını ifade etti. Siyasette farklı bir dilin, üslubun mümkün olabileceğini söylerken, aslında meselenin liderin karizmasından ötede bir şey sunabilmek olduğunu ifade etti.
Babacan’dan bir gün sonra ise aynı ekranda Ekrem İmamoğlu, İstanbul’u yönetmekten söz ederken aslında tüm Türkiye için başka türlü bir siyasetin mümkün olduğunu ortaya koyuyor, İstanbul’un tüm paydaşlarını içine alan demokratik katılım metodlarından, şeffaflıktan söz ediyor ve buna “cesur demokrasi” adını veriyordu.
Her iki siyasetçi de, liderin masaya yumruğunu vurduğu bir siyasetten bunalan, sürekli yüksek sesle kendisine ne yapacağını, nasıl yaşayacağını dikte eden ya da nasıl biri olduğunu/olması gerektiğini anlatıp duran otoriter siyasetten bunalan genç seçmenin ne istediğini anlamış görünüyor. Belli ki önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin artık tıkandığı apaçık olan siyaset modelini dönüştürebilecek bir “yeni siyaset”i inşa edecek kadrolar, hem CHP’nin hem de AKP’nin içinden çıkarak daha belirgin bir rol oynamaya başlayacaklar. Elbette, bu kadroların gençlerin ne istediğinin yanı sıra, baskıcı yönetimlerin her zaman hedefinde olan kadınları da daha aktif biçimde siyasete dâhil edecek bir dil geliştirmeleri gerekiyor. Bunun nasıl olacağı üzerine çokça tartışılabilir. Ancak bu “yeni” siyasetin şimdiye kadar “emreden”, “talimat veren”, “masaya yumruk vuran” siyaset yerine başka türlüsünün mümkün olacağını gösteren Selahattin Demirtaş’ın siyaset dilini görmezden gelerek inşa edilmesi mümkün değil. Demirtaş’ı farklı kılan, “ben” ya da “biz” değil, “bizler” üzerine kurduğu siyaset dili, bugün muhalefete ne yapılması gerektiği konusunda çok şey söylüyor. Yıllardır dört duvar arasına hapsedilmeye çalışılsa da, Demirtaş’ın soluğu, bugün bir esintiye dönüşmüş gibi görünüyor. Belki yarın serin bir rüzgâr çıkıp üzerimize çöreklenen sisi dağıtacak. Çünkü başka türlüsü mümkün.