Türkiye’nin Suriye’ye askeri operasyonları, ABD ve Rusya ile
yapılan mutabakatlar ve en son ABD Temsilciler Meclisi’nde Türkiye
aleyhine yüksek oyla geçen iki karar tasarısı genel olarak
siyasetteki dönüşümün görünümleri olması açısından önem taşıyor.
Siyasal sürecin iç ve dış politika boyutlarının içeriği, şekli,
yöntemi ve araçları açısından bir dönüşüm sürecindeyiz ve
muhtemelen bazen tanımlamakta zorlandığımız bir kırılma noktasından
geçiyoruz. Bundan belki bir on yıl sonra geriye dönüp bakıldığında
bu yaşadıklarımız bir anlam kazanacak. Bu yazıda hem bu
gelişmelerin, küresel siyasetteki bu genel dönüşüm mantığının bir
uzantısı olduğunu hem de özellikle Türkiye’de bu sürece nasıl
geçmişin parametreleriyle bakıldığını, bazı “ilklerin” bizleri
nasıl şaşırttığını göstermeye çalışacağım.
'ŞEFFAF SİYASET' DÖNEMİ
Yeni siyasetin çıkış yeri daha çok ABD ama onun dışında da
örnekleri görünüyor. Bu yeni siyasetin ilk dışa vurumu kendisini
daha “şeffaf” olmakla ortaya koyuyor. Eskiden kapalı kapılar
arkasında yürütülen pazarlıklar, azarlamalar, ayar vermeler, şantaj
ve tehditler artık açıktan yapılıyor. Geçmişte ABD’nin finansal
gücünü Türkiye ve benzeri ülkelere karşı kullandığı tartışılırdı.
Artık bunun üzerine fazladan analize gerek kalmadı. ABD başkanı
kendi ağzından bunu ilan etti. Ya da ABD’nin kendisinin de PKK ile
bağlantılı olduğunu kabul ettiği PYD’ye yardımı açıktan yapmakta
bir sorun görmediği bir aşamaya geçildi, YPG komutanı Mazlum
Kobani’yi rahatça ziyaret için davet edebildi.
Tabii, bununla birlikte siyasetin dilinde de dönüşüm yaşandı.
Mesela ailecek petrolcü olan baba-oğul başkan Bush’lar hiç petrol
lafını ağızlarına almazken, Trump “petrolü seviyorum” gibi bir
cümle kullanabildi. Neredeyse her gün Amerikalıları şaşkına çeviren
söylemiyle yalnızca Trump değil mesele. Sürekli Soros’un hain
olduğunu söyleyen Macaristan’da Orban da, Obama’nın annesine alenen
küfreden Filipinlerin Dutartesi ve artık alıştığımız için
yadırgamadığımız Erdoğan’ın “ey” diye başlayan cümleleri, kızdığı
kişilere “bedelini ödeyecek” dedikten sonra hızla işleyen yargı
mekanizması bazı şeylerin saklamaya gerek duymadan yapılmasına dair
genel gidişatın göstergeleri.
YENİ DİPLOMASİ
Trump yalnızca bir tweet diplomasisi başlatmadı, diplomatik yazı
stilinde de bir kırılma yarattı. Bundan sonraki süreçte artık o
süslü, dolaylı, nezaket üzerine kurulu diplomasi dili dönüşecek.
Gücün şahsileştiği, kurumların, dolayısıyla geleneksel dışişleri
bürokrasisinin de erezyona uğradığı bu dönemde, doğal olarak
diplomasi de şahsileşti, doğrudan lider ve dar çevresinin
kestirmeden yürüttüğü bir süreç olmaya başladı. Sürekli Trump’a
gönderme yapılıyor ama mesela çok daha önceleri Merkel ile yaptığı
görüşmeyi Erdoğan’ın ekibi basına sızdırdı ve orada Erdoğan’ın,
“Suriyelileri otobüslere koyup Avrupa göndeririz” tehdidini herkese
duyurdu. Sonrasında ise, bir yandan, “Kimse bize şantaj yapamaz”
derken, bu her noktası etik açıdan sorunlu söylemi meydanlardan
daha açık bir şekilde tekrarlamaya başladı. Yine, Almanya ile Deniz
Yücel ve ABD ile Brunson krizi, Erdoğan yönetiminin devreye soktuğu
“yeni şantaj diplomasisi” örnekleri olarak kayda geçti.
ABD’NİN YENİ HAMLELERİ
ABD’nin “Ermeni soykırımı” karar tasarılarını gündeme getirmesi
yeni değil. Fakat hem aynı anda iki tasarıyı oylaması, hem de her
iki tasarının içeriği geçmiştekilerden oldukça farklılaşıyor. Her
ne kadar bağlayıcı olmasa da, Ermeni karar tasarısı içerik olarak
bir süredir gelişen bir trendi yansıtıyor ve giderek detaylanıyor.
1980’ler ve 90’lardaki tasarılar genel ifadelerle yetinirken, bu
kez çok daha ayrıntılı tarihsel olaylara, soykırım kavramının
ortaya çıkışına atıfta bulunuluyor. Diğer tasarı ise birçok açıdan
bir ilk niteliği taşıyor. İlk kez bir Temsilciler Meclisi kararı
doğrudan Türkiye cumhurbaşkanının mal varlığını sorguluyor. Burada
da Amerikan sistemi şeffaf davranıyor, “açığını gördüm” imasını
bütün dünyayla paylaşıyor. Yoksa, ABD 1975’te de Türkiye’ye bir
ambargo uygulamıştı ama o dönem muhtemelen ABD sisteminde kimsenin
aklına başbakanların mal varlığı gelmemişti ya da bu konuda
kullanabilecekleri bir koz yoktu. ABD’nin gerek Halk Bankası davası
açması, onun genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’yı hapse atması,
ceza vermeyip bunu elinde bir sopa olarak tutması, doğrudan adalet
ve içişleri bakanlarına yaptırım uygulaması, son tasarıda ise
savunma bakanı ve genelkurmay başkanına yaptırımın gündeme
getirilmesi ilk defa karşılaştığımız bir durum. Sonuçta bu bir
silah ambargosu durumunun çok ötesinde, daha ince araçların devreye
sokulduğu, ikili ilişkilerde yeni araçların kullanıldığı bir
dönüşümü temsil ediyor. Bunun yolu açıldığı için büyük bir
olasılıkla bundan sonraki süreçte ilişkilerde ABD artık bu ve
benzeri araçları daha etkin kullanacak.
'KENDİMİZİ ANLATAMIYORUZ' MASALI
Eski ve artık “bayatlamış ezberlerden” biri de, Türkiye’nin her
konuda haklı olduğunu veri kabul edip, kendisini iyi anlatamadığı
için uluslararası alanda haksızlığa uğradığı algısı. Yaşadığımız
dönemde her bir gelişme anında internet, yaygın medya/haber ağı,
yerel muhabirler ve özellikle sosyal medya aracılığıyla hemen
ilgili herkes ve her kurum tarafından öğreniliyor. Zaten biraz daha
derinine inilse, bu imaj muhtemelen daha da bozulacak. Örneğin,
Afrin’e giderken mikrofon tutulan uzman çavuş “kızılelma”ya
gidiyoruz derken, Tel Abyad yolundaki zırhlıdan başını çıkaran
subay “İslam güneşinin doğduğu yere” gittiğini söylüyor, camilerde
“fetih duası” okunuyordu. Bütün bunlar yaşanırken, “Suriye’nin
toprak bütünlüğünü savunuyoruz” söylemi eksik olmuyor, Afrin’de
“millet bahçesi” açarken bir türlü kendimizi iyi anlatamıyoruz sözü
tekrarlanıyor.
Türkiye ve dünyadaki diğer ülkeler, gayet yakından izleniyor, ne
olup bittiği neredeyse anında dünyayla paylaşılıyor. Bu yüzden
örneğin geçmişte olduğu gibi ABD’deki lobi firmalarına geleneksel
yöntemler için milyonlarca dolar ödeyerek lobicilik yapmanın anlamı
ve maliyeti sorgulanmalı. Türkiye uluslararası alanda giderek
yaygınlaşan otoriter eğilimlerin örneklerinden biri olarak
görülüyor, dünya medyasında bu şekilde temsil ediliyor, akademik
literatürde otoriterlik modeli olarak inceleniyor. İçeride baskıcı,
insan haklarını ihlal eden, gazetecileri, muhalifleri hapse atan,
seçilmiş belediyelere kayyım atayıp, başkanları hapse atan, sosyal
medya paylaşımlarına dava açan ve dışarıda radikal İslamcıları
koruyan, komşu ülkede rejim devirmeye çalışan, hedeflerine ulaşmak
için sürekli askeri güç kullanan bir ülke var ortada. Bunu hangi
lobi şirketiyle düzelteceksiniz, hangi araçları
kullanacaksınız?
TRUMP VE ERDOĞAN’IN KADERLERİ BİRBİRİNE BAĞLI HALE
GELDİ
İlginçtir, Türkiye’ye yönelik bu yaptırım kararları ve Trump’ın
azil süreci bir şekilde aynı noktada kesişti. Her iki sürecin de
merkezinde Temsilciler Meclisi üyesi Adam Schiff bulunuyor. Hatta,
bu yaptırım kararının, Trump’ı, en yakın müttefiklerinden biri olan
Erdoğan üzerinden yıpratma sürecinin de bir parçası olduğu
anlaşılıyor. Bu da Türkiye-ABD ilişkileri tarihinde bir ilk olarak
yerini aldı. Trump’ı içeride sıkıştıran kesimler ile Erdoğan’a
yönelik kampanyayı yürütenler ABD’de aynı çevreler. Her iki lider
de küresel sistemde aynı siyaset anlayışını temsil ediyor. Trump
çok sayıda skandal ve azil süreciyle içeriden baskı altında
tutulurken, Erdoğan hem içeriden (iki yeni parti kurma süreci) hem
de dışarıdan (ABD yaptırımları ve gözdağı) kontrol altında
tutuluyor. Şu anki koşullarda, Trump başkan kaldığı sürece, büyük
bir olasılıkla, Erdoğan da iktidarını sürdürecek. Trump ve onun
temsil ettiği siyaset anlayışının tasfiye edilmesi, Erdoğan ve
benzerleri için de siyasetten çekilme vaktinin geldiğini
gösterecek.