Öyle günlerden geçiyoruz ki, karşılaştığımız bir haberi özümseyecek, teyidini araştırabilecek, üzülecek ya da sevinecek hiç zamanımız yok. Her gün maruz bırakıldığımız yoğun baskının zihinlerimizde yarattığı tahribat, üstesinden kolay gelinebilir cinsten de değil doğrusu. Daha bu ayın başında yazılan bir yazının üzerinden (Düşman yarat, inkâr et, vaatte bulun, köşeye sıkıştır!) sanki yıllar geçmişçesine yoğun bir haber bombardımanı ve propagandanın etkisi altında girdik. Pervasızlık, sınır tanımazlık, “nasıl olsa karşılık vermiyorlar, o zaman daha da abartalımcılık” gündelik yaşantımıza daha da egemen oldu. Alınan kararlarla bir yanda MHP’yi, SP’yi memnun etmeye çalışırken, diğer yandan da kendi kitlesini kongrelerle “iri ve diri” tutmaktan ve muhalefetin meclis içi/dışının tamamını düşman bellemekten oluşan, iyice genişletilmiş bir baskı döneminden geçiyoruz.
AKP sistematik bir propaganda mekanizmasından besleniyor. Muhalefetin, siyasal iletişim hakkında kitap yazmış kim varsa, “seçimden seçime onlara danışırız” mantığıyla hatırladığı iletişimcilerle çalışma tercihini, AKP 19 yıldır aralıksız uyguluyor. Bu kararlılığını içinde binlerce kişinin çalıştığı İletişim Başkanlığı adı altındaki devasa bir yapıyla da taçlandırmış durumda. O kocaman binanın içinde neler olduğunu bilemiyoruz, şeffaflık kavramı bize yüzlerce ışık yolu uzaklıkta artık. Ancak görünen o ki her yerden maruz bırakıldığımız bu haber bombardımanının önemli sac ayaklarından birisi bu Başkanlık.
AKP’nin devlet yönetme mekanizmasını şekillendiren çok sayıda kavram var. Tekrar ama hiç durmadan tekrar et, içeriği boşver, hamasetin doruklarında yaşa, duygulara hitap et, kitleyi aralıksız haberlere boğ ki kendine hiç gelemesin… Unutma sen asla hata yapmazsın, o nedenle her şeyi inkâr et, öyle inkâr et ki seni suçlayanları sen suçla. Tüm bunların üst şemsiyesinde, bir zamanlar sıklıkla kullandığımız ancak uzun zamandır unuttuğumuz bir kavram olan takiyecilik bulunuyor. Ancak son günlerde yaşadıklarımız ışığında yepyeni bir versiyonla, adeta mutasyona uğramış bir takiyecilikle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Takiye kavramını, dinî, manevî veya dünyevî zararları önlemek için kişinin muhalifler karşısında imanını veya inancını gizlemesi olarak bildik biz yıllarca. Bugünün yeni-takiyeciliği ise; iktidara çoktan sahip olunduğu, her şeyin ayan beyan ortada yaşandığı, aleni de olsa işine gelmeyen her şeyin inkarına ve o geleni başkasına “forward” etmeye dayalı bir anlayışa dayanıyor. Tam da hakikat ötesi (post-truth) zamanlara özgü, muktedir olmak için her yolun mubah olduğu ilk takiye zamanlarını çoktan aşmış, muktedir kalmak için elinden geleni ardına koymayan bir zihniyet bu. İktidarı sürdürebilmek için, dün söylediğini bugün unutmakta beis görmeyen, bunu adeta bir örüntü haline getiren ve yeri geldiğinde her şeyi yok hükmünde sayma adetinden bahsediyoruz. En olmadık yerlerde mükemmel manevralar bularak, asla sorumluluk almadan her olaydan sıyrılabilme becerisine sahipler.
Dünyada kökenleri yüzlerce yıl öteye dayanan, Gobbels’de zirvesini yapmış, Körfez Savaşları’nda boyut değiştirmiş bu tarz dezenformasyon teknikleri, en başından beri AKP’nin sevdiği uygulamalardan biri. Elbette Kabataş yalanı bu alanda önemli bir milat olsa gerek. Bugün “camide bira içtiler” denebiliyorsa, bunun ne yazık ki hâlâ işleyen bir kalıp olmasından kaynaklanıyor. Sürekli her kavramı, vaadi, suçlamayı her platformda tekrar etmekten vazgeçmeyen bu propaganda tekniği, AKP’nin sürdürülebilirliğinin temel anahtarı. Metin İnceoğlu, “Aynı uyarı ile karşılaşma sıklığı artarsa, bireyin bu uyarıya karşı tepide bulunması hem hızlanmakta hem de her karşılaşmada aynı biçimde tepide bulunmaktadır. Artma başlamışsa uyarı karşısında bir çeşit öğrenme başlamıştır. Buna tepide bulunma alışkanlığı denir” der (1). Optimum düzeyde mesajı tekrarlamak, bunu da milliyetçi-muhafazakâr bir hamaset diliyle soslamak, hitap edilen kitleyi “diri” tutma noktasında işi kolaylaştırıyor. Geriye de, her şeyi inkâr edip, sana atfedilen suçlamaları başka kişi ve kurumlara yönlendirmek kalıyor ki, bu alanlarda yeterince maharetliler zaten.
“O kokain değildi pudra şekeriydi” (inkâr) masa başında üretilen ve bazı kesimler için inandırıcılığı gayet olası görünen bir savunma mesela. Hatta savunmada aksini iddia edenler hakkında hukuki süreç (yönlendir) başlatma tehdidi de var ki, evlere şenlik… Geçtiğimiz hafta, Sakarya saldırısı iddianamesi, saldırının ırkçı saiklerle değil de “kasten yaralama” olduğu iddiasıyla hazırlandı. Çünkü bu ülkede ırkçı saldırı olmaz, gazeteci ve parti yöneticileri sokakta asla dövülmez (inkâr), bunlar münferit olaylardır, hatta kendilerinin organize (yönlendir) ettiği tiyatrolardır.
Gökkuşağı renkleri yasaklanmaz (inkâr), devletin yaptığı “sapkınlarla savaştır” (yönlendir). Bu şekilde yüzlerce örnek verebiliriz. Teniste bazı toplara gelişine backhand, duruma göre de forehand vurmak gibi, asla yenilme de ne yaparsan yap!
Ortaya çıkan her duruma, eleştiriye bir cevapları, argümanları, savunmaları (savunmadan çok saldırıları) mevcut. Muktedir olmak için eskiden ayıya dayı demek için kullandıkları takiyeciliğin bu yeni formu, bu kez de iktidarın korunması için “her şey serbest”e evrilmiş durumda. Söz gelimi; 128 milyar dolara, gelmeyen aşılara, pandemi yönetimine, FETÖ’nün siyasi ayağına yönelik sorular; bu inkâr politikasına ve haber bombardımanına dayalı sistemde kaynayıp gidiyor. Bu saydıklarımız bir anda buharlaşıyor, adeta yok oluyor. Üstelik bu yeni nesil takiyeciliğin nereye evrileceği de ayrıca bir kestirilemezlik yaratıyor.
Bu neo-takiyecilikte, duyguları yönetmek daha önem taşır hale geldi. Bir yanda enformasyonu yönetmenin, bilgiyi eğip bükmenin tarihi yazılırken, asla taviz verilmeyen bir kural da duygulara hitap etmek. Henrik Fexeus der ki: “Duygu ne kadar güçlüyse duygusal olmakla gerçekçi olmak arasında o kadar güçlü mücadele ederiz. Gerçeklerin aksine duygularda doğru ya da yanlış olmaz, ya vardır ya yoktur.”(2) Dolayısıyla duygulardır insanda aidiyet yaratan… Sorgulamadan her önüne geleni absorbe eden, duygusal hamasete dayalı bir sistemle kafalarımız formatlanıyor. Haberler, yasaklar, kararnameler, yönetmelikler, fesihler bombardımanı altında, zaten sorgulama yetisini yitirmiş bir kitle, her gelen bilgiyi sular seller gibi kanıksamaya vakit bulamadan yutuyor. Sonuçta ortaya, sokak röportajlarında sıklıkla rastladığımız “AKP ne derse doğrudur” inancına sarılmış kemikleşmiş bir kitle çıkıyor. Neo-takiyecilik; hakikatle bağını koparmış, duygularla beslenen, her an kendisinin de bir gün lüks otomobillerde “pudra şekeri yiyebileceği” beklentisine sarılmış, korona tehlikesine rağmen lebalep salonları doldurmaktan çekinmeyen insanlara dönük olarak tıkır tıkır işliyor. Karşı mahalledeki yüzde 50-60’lık kesim, ilk takiye döneminde önemliyken, bu aşağı doğru inişin başladığı yeni süreçte kendi tabanını konsolide etmeye yarıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cuma namazlarında kendini gösteren, “fakirsin ve ne kadar da şanslısın aslında biliyor musun” fetvalarında ifadesini bulan bu propaganda mekanizması, böylece var olan ekonomik krizi de harikulade perdeliyor. Kutsal aile vurgusu, bu yokluk günlerinde duygulara hitap ediyor, İstanbul Sözleşmesi ve LGBTİ’nin tukaka olması tam da bu yüzden, zira duygularla dolu retorik şaşırtıcı biçimde bayağı bayağı günü kurtarıyor, hatta karın bile doyuruyor zahir. Sonuçta geliyoruz “dolar 100 TL de olsa da senden ve davandan vazgeçmem Reis” söylemine. Her sabaha yeni bir vaka ile uyandığımız, gücümüzün sadece kendimizi ilgilendiren alanlarda mücadele etmeye yettiği, gerçeğin, doğrunun, bilginin, algının devasa bir sis perdesi yarattığı, bu hakikat ötesi zamanların neo-takiyeci dünyasına hoş geldiniz. Daha çok yazar çizeriz bu konuyu…
1- Metin İnceoğlu, Tutum Algı İletişim, V Yayınları, 1993.
2- İletişim Dehası, Diyojen Yayınları, 2017.