Yazar, muhafazakâr orta sınıf beğenisini, “Zarif ve dinen makbul” ifadesiyle tanımlıyor. Çukurambar’da edindiği çevreyle gerçekleştirdiği derinlemesine söyleşiler ve kişisel tanıklıkları, orta-üst sınıf dindar AKP’lilerin yaşama, hayata, ülkeye, topluma, insan ilişkilerine vs. bakışlarını betimliyor. “AKP’liler” diyorum, çünkü konuştuğu herkes AKP seçmeni.
Ankara’dan İstanbul’a taşınmak zorunda kaldıktan sonra yaşadığım semt, iki eski ve güzel ilçenin/muhitin ortasında bir yerlerde. Bir ayağım kaymak yiyenlerin, diğer ayağım dört mevsim mağdur yerli ve milli değer sahiplerinin muhitinde. Her fırsatta yürüyüş yapıyorum. Önce bir miktar kaymak yiyor, otobüse binme ihtimalini düşünerek İstanbulkart’ı cebime koyuyor ve tipik bir elit hüviyetiyle yola revan oluyorum. Yürüyüş sırasında, çoğunluğunun adı İslami çağrışım yapan bazı ‘konakların’ yanından geçiyorum. Kapılarında özel güvenlik var. Anladığım kadarıyla ‘mağdurları’ biz ‘elitlerden’ korumak için istihdam ediliyorlar. Konforlu evler görülmesin diye hayli yüksek duvarla çevrelenmiş siteler de mevcut. Kapılarından milyonluk araçlarıyla çıkan ya da giren, dindar olduklarını tahmin ettiğim kadın ve erkekleri görüyorum. Yaşamım boyunca satın alma ihtimal ve hevesim olmayan fahiş fiyattaki araçların yanından geçerek, elitliğin kör olası kibriyle dar kaldırımlarda yürümeye devam ediyorum.
Ankara’da yaşadığım yaklaşık otuz yıl boyunca şehrin bir kısmını hiç bilmedim, görmedim. Yazının başlığındaki Çukurambar ise yaşamadığım ancak bildiğim bir yer. İnanılması güç değişime tanık olanlardanım. Öğrenciyken bizlere en uzak yer Hacettepe Üniversitesi kampüsüydü. Bilkent kuruldu. ODTÜ de pek yakın sayılmazdı. Şimdi şehrin ortasında kalmış görünen bu yerleşkelere karlı havalarda kurt indiği (muhtemelen hâlâ!) söylenirdi. Çukurambar, ODTÜ kapısına yakın, Yüzüncü Yıl işçi bloklarının eteğinde yer alan bir gecekondu semtiydi. En yakın arkadaşlarımdan biri Yüzüncü Yıl’da otururdu. Evlerine giderken Güvenpark’tan dolmuşa binip neredeyse şehir değiştirir gibi yolculuk yaptığımızı hatırlıyorum. Dolmuş Çukurambar’dan geçerdi. Karanlık ve tekinsiz bir yol olduğunu düşünürdüm.
Yaklaşık yirmi yıl önce her şey değişmeye başladı. 1980-90’larda çehre değiştiren ve önemli siyasetçileri, parti genel merkezlerini ağırlamaya başlayan semt, AKP’nin iktidarıyla birlikte değişen imar planlarının da etkisiyle bambaşka bir mekâna dönüştü. İşçi bloklarını saymazsak, yirmi beş yıl önceki Çukurambar ile bugünkü arasında herhangi bir benzerlik yok artık. Gökdelenler, o gökdelenler arasında kalmış (biraz, Ataşehir’de Ağaoğlu’nun inşa ettiği cami manzarasını andıran) cami, milyon dolarlık rezidanslar, adı bilinen lokantalar, hayli pahalı kahveler, mekânlar önünde pahalı arabalar, bu dönemin alameti farikalarından nargileciler vs.
Sağ siyasetçilerin ilgi odağı olmaya başlamıştı gerçi, ancak AKP’nin iktidara gelip Oran’daki milletvekili lojmanlarının boşaltılmasıyla, milletvekilleri açısından cazibe merkezine dönüştü. Tabii milletvekilleri bir muhite yerleşmeye başladığında altyapı hizmetleri de hızlanıyor tahmin edilebileceği gibi! Bilmeyenler için söyleyeyim; Oran semtindeki boşaltılan vekil lojmanları, AVM ve rezidans gökdelenleriyle dolduruldu ve o bölge giderek yaşanmaz hale geldi. Yıkılan lojmanlardan yalnızca ‘Atatürk heykeli’ kaldı. Türkiye’de ibadethanelere ve Atatürk heykellerine dokunmak büyük şamataya neden olduğundan olsa gerek, öylece bıraktılar. Girişinde Atatürk heykeli olan başka rezidans mahallesi ve AVM var mıdır ki memlekette?! Söz konusu mahallenin hayli tuzlu olduğunu, rezidansların kapışıldığını söylemeye gerek yoktur herhalde. Malum, çoğu varlıklı yurttaş artık rezidans olmayan yerde yaşamakta zorlanıyor. Kapıda özel güvenlikler, pek kimsenin ilgilenmediği yüzme havuzu, fitnıs merkezi, evlerde hobi odaları vesaire... Halkımızın kazara hobisi de olursa bir gün, değme keyiflerine!
Halihazırdaki Çukurambar, farklı kesimleri barındırıyor olsa da, özellikle ‘Yeni Türkiye varlıklılarının tercih ettiği semt’ sıfatıyla tanınıyor nicedir.
Rezidansta yaşayıp pahalı araç kullanan, kılık kıyafete bolca para döküp rafine zevkler peşinde koşan muhafazakâr kesim. Jip kullanan türbanlı kadınlar...
‘Jip kullanan türbanlı kadın’ imgesi, gelecekte, dönemin en dikkat çekici sembollerinden biri olarak hatırlanacak muhtemelen. Konunun, dindar kesim ile laik/seküler kesimin dikkatini çekme gerekçeleri farklı. Lüks yaşam söz konusu olduğunda dindarlar, “Zenginlik haktır, Allah’a şükür biz de refaha kavuştuk,” diyenler ile “Kimlik mücadelesini şatafat için yapmadık,” diyenler şeklinde ayrılıyor. Laik kesimde ise “Yıllarca ‘adil düzeni’ savundunuz, kapitalizmi böylesine rahat kabullenmeniz inancınıza/mücadelenize halel getirmiyor mu?” sorusunu yöneltenler olduğu gibi, ‘jip kullanan türbanlı kadını’ sınıfsal refleksle eleştirenler de mevcut. Bu sonuncu kategoridekiler, azınlıkta olduklarını düşünsem de bana en münasebetsiz geleni. Yani, ‘layık bulmadığı’ için eleştirenler. Türkçesi, “Eve temizliğe gelen hanımın jipte ne işi var?!” On yıllar önce, bir gazetenin, Florya plajında denize giren yurttaşa ilişkin başlığını hatırlayalım: Mealen, “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor.” Gel zaman git zaman, o ‘halktan’ birileri jipe de bindi işte ve şimdilerde şatafatın tadını çıkarıyor! Kuşkusuz lüks araç sahibi olabilecek kadar varlığa sahip tesettürlü kadınlar, artık kendi dünyalarının geçmişte kalan ‘dayanışmacı’ geleneğinin ‘üstünü örttüğü’ derin sınıfsal farklılıkların görünür olmasını da sağladı. Akşam pazarında arta kalan sebzeleri toplayan dindar ile aralarındaki uçurumun...
Kişisel olarak, türbanlı ya da türbansız, dindar ya da laik görünümlü; yeni Türkiye kılıklı birilerini çok lüks araçlar içinde görünce öncelikle ve gayriihtiyari, ‘ihaleleri’ düşünüyorum doğrusu. Ötesi beni ilgilendirmiyor! Bir dindarın, inandığını iddia ettiği inanç sisteminin temel ilkelerine uygun yaşayıp yaşamadığından bana ne!
Önereceğim kitaba değinemeden yazı bitecek bu gidişle! Gerçi yukarıdaki gevezeliklerimle epeyce söz ettim sayılır. İletişim’den yeni çıkmasına karşın, beş yıl önceki (2013) bir çalışmanın ürünü. Akademisyen Aksu Akçaoğlu’nun kitabı, “Zarif ve Dinen Makbûl. ” Alt başlık, “Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu.”
Çalışma, yukarıda değindiğim Çukurumbar’da yaşayan, hali vakti yerinde dindar/muhafazakâr kesimin ‘dünyalarına’ ilişkin. Akçaoğlu, kendisine esin kaynağı olan eser ve yazarlara değinip eserinin birinci bölümünde uzun uzadıya anlattığı muhafazakârlık ve İslamcılık kavramlarının toprağımızdaki macerasını da kısaca açıkladıktan sonra, İslamcılığın Türkiye’deki muhafazakârlığın formlarından biri olduğunu ve AKP’nin kurulmasıyla İslamcı muhalefetin düzenle bütünleştiğini belirtiyor.
Yazarın, çalışmasının çatısını kurmasını sağladığı kavram ve olguların tarihsel kökenlerine dair bilgilendirmesini burada bir kez daha anmaya gerek yok. Ancak, siyasal İslam’ın Türkiye macerasını anlatırken, Milli Görüş hareketinin 1990’larda karşılaştığı devlet refleksinin neden olduğu toplumsal sonucu, muhafazakâr kesimin günümüzdeki durumunun anlaşılabilmesi açısından hatırlatmakta yarar var: Yazara göre devletin 90’lardaki tavrı; “...muhafazakârlar arasında dindarlık temelli kültürel birliği vurgulayan, sınıfsal ve diğer toplumsal farklılıkların üzerini örten güçlü dayanışma ağlarının gelişmesi oldu... Bu dayanışmacı sosyal hayat, aile ve komşuluğu temel aldı. Sosyal ilişkiler, ailede, imam hatip okullarında ve dini cemaatlerde edinilmiş İslami söylemle biçimlendirildi ve düzenli gerçekleştirilen sohbet toplantılarıyla canlı tutuldu.”
Burası önemli, çünkü günümüzde ortadan kaybolmakta olup muhafazakâr kesim içindeki sınıfsal farklılıkları görünür hale getiren, bu dayanışmaydı. Gösterişin ayıp kabul edildiği ‘erken dönem’ dayanışmacılığının sona erişi, büyük ölçüde 28 Şubat süreci sonrası yaşananlar ve AKP’nin sahne almasıyla gerçekleşiyor. AKP’nin yükselişi, Milli Görüş’ün ‘laik devlete,’ ‘kapitalist düzene’ ve ‘modern toplumsal hayata’ karşı geliştirdiği üçlü muhalefeti yumuşatıp/terk edip yeni bir alan açma stratejisi benimsemesiyle eş zamanlı.
Aksu Akçaoğlu, çalışma yöntemini belirleme sürecini, ‘alana girme’ hedefini ve derinlemesine mülakat yerine neden ‘etnografiyi’ tercih ettiğini, hayli uzun açıklama gereği duymuş ve muhafazakârlığa aşinalığın nereden kaynaklandığını kendi hikâyesini anlatarak başlamış. Ardından, Çukarambar’da geçirilecek ayların nasıl başladığını. Mesnevi Sohbetleri sayesinde arkadaşlık kurabildiği çevreyi, kâğıt üzerindeki muhafazakârlık ile ‘deneyimlenen’ arasındaki farkları. 1950’lerden bugüne Çukarambar’ın tarihsel ve mekânsal dönüşümünü. AKP sonrası muhiti ve sembolik iktidarın nasıl adım adım kurulduğunu. Semt sakinlerinin hayata ve mahalleye bakışlarını...
Yazar, muhafazakâr orta sınıf beğenisini, “Zarif ve dinen makbul” ifadesiyle tanımlıyor. Çukurambar’da edindiği çevreyle gerçekleştirdiği derinlemesine söyleşiler ve kişisel tanıklıkları, orta-üst sınıf dindar AKP’lilerin yaşama, hayata, ülkeye, topluma, insan ilişkilerine vs. bakışlarını betimliyor. “AKP’liler” diyorum, çünkü konuştuğu herkes AKP seçmeni. İkinci partileri, MHP. Hiç oy vermeyeceklerini söyledikleri iki parti ise CHP ve HDP.
Kapitalizmle eklemlenmenin sonucu olan yeni hayat tarzının inşası: Evlerin dekorasyonuna gösterilen özen, düzenli sohbet toplantıları, yeni giyim (güzellik) tarzı, artan gelirle imtihan... Yazar, Mesnevi Sohbetleri’nin başat tartışma konularından birinin, ‘parayla imtihan’ olduğunu gözlemlemiş. Hemen tüm söyleşilerde aynı kaygının varlığı hissediliyor. Geleneğinde uzun yıllar lüks yaşam eleştirisi barındıran bir ideolojinin mensuplarının gözlerini piyasanın cazibesinden alamaması hâli.
Çukurambar tecrübesi, biz okurlara çalışmanın odağındaki yurttaş kesiminin pek çok konuda ne düşünüp hissettiğine dair ipuçları sunuyor. Aile kavramı, annenin rolü, aşk ve flört hakkında ne düşünüldüğü, evlilik ve akrabalık bağları, eğitim anlayışı, milli/dini değerlere bağlı eğitime verilen özel önem, çeşitli cemaatlere mensubiyet konusundaki istek, günlük alışkanlıklar, tercih edilen gazete ve dergiler, okunan yazarlar, sosyalleşme biçimleri, yaşamın odağına dini hassasiyetleri yerleştirmek...
Nasıl olsa okursunuz, uzatmayacağım. Çalışmanın ilerleyen sayfalarında Türkiye’nin geleceği ve birlikte yaşam umudu bakımından moral bulmak da, umutsuzluğa kapılmak da mümkün! Söyleşi yapılan Yeni Türkiye muhafazakârları içinde, hayli kapsamlı/çeşitli okumalar yapanlar olsa da, genel eğilimleri/okuma alışkanlıkları, Türkiye’de Diriliş Ertuğrul ve Payitaht Abdülhamit gibi dizilerin nasıl popüler olabildiğinin kanıtı mahiyetinde! Bir de Türk-İslam sentezi çabasının, toprağımızda nasıl tuttuğunu da bir kez daha gösteriyor mülakatlar. Tabii, Erdoğan’ın tek ve güvenilir lider olarak kabul edildiğini hatırlatmaya gerek yoktur herhalde.
1970’lerin Milli Görüş’ünden bugüne hiç değişmemiş bir şeyler olduğunu da hatırlatmalı: Komplocu tarih merakı gibi, Siyonizm takıntısı gibi, böbürlenme ihtiyacı ve Osmanlı devrine hasretlik gibi... Unutmadan, yeni Türkiye ahalisi, devlet denildiğinde halihazırdaki sınırlardan ibaret olanı değil, Osmanlı’nın altın çağındaki toprak parçasını tahayyül ve kabul ediyor. (Malum, Türkiye sağcısı/muhafazakârı kendi yayılmacı düşlerini pek sever, başkalarınınkinden büyük rahatsızlık duyar!)
AKP ile birlikte sosyal yaşamın iyileştiğini düşünen biri, şu sözlerle anlatmış düşüncelerini: (çalışmanın 2013’teki görüşmelere dayandığını hatırlamakta yarar var!)
“Geçmişte güney kıyılarında kolay kolay muhafazakâr insanları göremezdiniz. Önyargılar öylesine güçlüydü ki, tatil için eylül ayı gelsin kıyılar boşalsın diye beklerdik. Hiç unutmam, 1980’lerde bir aile tatili sırasında lüks bir arabadan inen çarşaflı bir kadın ve sakallı bir adam gördüm. Zannettim ki Arap ülkelerinden gelen zengin turistler. Türkçe konuştuklarını duyunca kendimden utandım. Fark ettim ki, ben de tıpkı laikler gibi muhafazakârların tatil yapamayacağını, iyi arabalara binemeyeceğini düşünüyorum. O günlerle kıyaslayınca büyük yol katettik. Allah’a şükür, bugün artık son model araba süren türbanlı kadın sürücüler görmeye alıştık.”
Çok şeyi özetliyor sanırım...
Yazı önerisi: Fatih Yaşlı’nın “Akrep gibisin kardeşim,” başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.