Yeni yıl, yeni hikayeler, dikkat, sevgi ve kolektif deneyimin gücü
Hepimizin iki muazzam kuvvet arasında bir seçim yapmamız gerekiyor diyor Hari: Parçalanma ve akış. W. H.Auden’in “birbirimizi sevmezsek öleceğiz” sözüne atıfla, “hep birlikte odaklanmazsak” ve kolektif eyleyebilme becerimizi geri kazanamazsak, çalınan dikkatin dev kara deliği hepimizi yutacak diyor. Sevginin, anlayabilmenin “gerçek konuşma” ve kolektif deneyimin gücünün, gücün yıkıcılığını yendiği daha güzel bir dünya dileğiyle...
Zaman belki insan yapıntısı, yıl dediğin sadece sayı ama yılbaşı da dünyanın atanmış doğum günü işte, bir nevi. Yeni yılın başımıza ne çoraplar öreceğini bilmesek de girişini elden geldiğince kutluyoruz. Çocukluğumdan beri, yeni yıl kutlamalarını da doğum günlerini de hep sevdim. Çocukken doğum günü sevmekte ne var tabii. Dünya peşinden koşsa, sen her köşe başında durup soluklansan, ara sokaklara dalıp yolunu kaybetsen, başladığın yere otuz kere geri dönsen, yine önde olacağını sanıyorsun. Çocukluk, sonsuz hata yapma hakkı demek. Yaş almak da bir yanıyla hata yapma hakkının giderek elinden alınması süreci… Zaman dar, yapılacaklar pek çok, dünya yorucu, Türkiye ısrarla yorucu ve yıpratıcı. Bu yüzden doğum günleri ve yeni yıllar coşkulu şenlik ateşlerinden uyarı atışlarına dönüşüyor zamanla. Zihninin duvar saati yükselen tik taklarıyla hatırlatıyor sana. Kalbini, zihnini, enerjini, zamanını daha idareli kullanmak zorundasın.
Öte yandan cimrilik, hata yapma cimriliği dahil, her türüyle ruhu kurutan bir şeydir. Bazen de salacaksın gitsin ki genç kalasın. Hiç hata yapmayan, tökezlemeyen, yalpalamayan insandan ne duvar ustası olur ne de sanatçı mesela. Olsa olsa seri katil ya da politikacı olur, izlerini örtme kabiliyeti nedeniyle. Gerekli ve mümkün olan hiç hata yapmamak değil, bir denge. Tekrarlanan kalıplara dikkat etmesi, en azından daha yaratıcı hatalar yapma yetilerini geliştirebilmesi gerekiyor insanın, zamanla. Çocukluğun belki en iyi yanlarından biri olan şaşırabilme becerisini korurken hayal kırıklığı ve yıpranma payını azaltmak için. Dünyaya uyum sağlarken kendin kalabilmek için.
Bu yılın “beklemediğim kadar çok sevdiğim diziler” kontenjanına üst sıralardan giriş yapan, efsanevi Addams Ailesi yan ürünü “Wednesday”, bu konulara bakış açısıyla da dikkate değer bence. Çocukluk ve ilk gençlikten sonra, dünyaya alıştıkça en çok kaybedilen şeyin gerçekte neyin önemli olduğuna dair dikkat ve konsantrasyon olduğunu, ‘norm’un törpüleyiciliğini, uyumsuzluğun hasır altı edilmeye çalışılan bin bir renginin dünyaya kattıklarını vurguluyor dizi. Addams ailesinin küçük çetin cevizi, piremseslikle falan hiç işi olmayan gotik kraliçesi Wednesday (Jenna Ortega) zorba çocukların havuzuna piranha salarken de sosyalleşmeye pek yüz vermezken de kendisi olma, dünyaya kendi gözleriyle bakma inadından hiç vazgeçmiyor. Elbette ki esnemeyi ve insanlarla bağ kurmayı öğrenmesi gerekiyor. İşte bu ikisi arasındaki denge, her şeyin esası. Tim Burton’a teslim edildiği çok belli ilk bölümlerde hele, kasvetli olmaktan çok eğlenceli, komik ve yaratıcı bir neo Poe evreninde peşinden koştuğumuz bu asık suratlı, kara gözlü ergen kızın en itici olduğu anda bile insanı kendine çeken ve kendi çocukluğuna ve hayallerine gönderen yanı da bu. “Umursanmaması gereken şey başkaları değil onların hakkımızda ne düşündüğüdür,” diyen diziyi, hedef kitlesi Z kuşağı gibi görünse de, dünyanın törpüleme kuvvetinden bunalmış herkese öneririm.
“Yeni yılda çoğumuzun içine en çok çöreklenen şey, bir 'çalınma' hissi olmuştur sanırım. Sadece maddi boyutlarıyla değil, ömürden bir yıl geçip gittiği için de değil… Hayatımız ve bildiğimiz manasıyla hayat talan edildiği, hayallerimizin üstünde tepinildiği için. Bizden çalınanları geri alabilir miyiz bilmiyorum, ama yaşama hevesini inatla çoğaltmak, görünen tek çare. Umut bir duygu değil, bir direnme biçimi.” 2021’de yazdığım son yazıda böyle demiştim.
Kadınlara, LGBTI+lara karşı nefretin mümkün her yolla köpürtüldüğü, nefrete karşı yaygın suskunluğun can yaktığı, kadın sanatçıların abuk subuk gerekçelerle hedef gösterilip cezalandırıldığı, festivallerin yasaklandığı, hak edilmiş desteklerin geri çekildiği, değerli bilim insanları ve gazetecilerin salt hakikatin ve ezilenlerin yanında yer aldıkları için durmaksızın hapse gönderildiği 2022, bu çalınma hissinin iyice damgasını vurduğu bir yıl oldu. Aynı fiyata iki kez kahve içemediğimiz, kiraların absürt düzeylere fırladığı, “bitti” derken hortlayan ve çeşitlenen salgınlardan kafayı kaldıramadığımız bu yılın kurgusu kâbus, türü ise kesinlikle distopyaydı. Gelinlikle evlendirilen, akla gelebilecek her yöntemle istismar edilen, şiddet gören, katledilen çocukların ve kadınların ülkesinde hala en yaygın korkunun homofobi ve zincirin en alt halkasındaki korunmasız sokak hayvanlarına karşı bile akıl almaz bir nefreti bir çırpıda örgütlemenin mümkün olduğu, maalesef kurmaca değil, hayatımızın ta kendisi olan bir distopya.
Hikayeler gökten zembille inmez. Tüm bunların doğurduğu ruh hali yapıtlara da yansıdı. Linç kültürüyle beraber toplumsal ikiyüzlülüğü, etrafımızı giderek kuşatan obruklarla anlatan iki film, “Kurak Günler” (Emin Alper) ve “Karanlık Gece” (Özcan Alper) festivallere damgasını vurdu. “Kurak Günler” genel gösterime girince izleyici tarafından da çok sahiplenilerek umut uyandırdı.
Anlatılarda distopya ve kâbus estetiği kadar alegorilerin de öne çıktığı bir yıl oldu 2022. Birbirinden beslenen ve birbirini tetikleyen kötülükler, haksızlıklar ve çıkışsızlıklarla Türkiye bir türlü derli toplu bir hikâye halini alamasa da her hikâye biraz Türkiye oldu. Bunu “büyük hikayeler” aracılığıyla yapan ama iddiasının altından da başarıyla kalkan “Kurak Günler” ve “Karanlık Gece”nin yanı sıra Ferit Karahan’ın görece küçük bir hikâyeyle mizah ve polisiyenin olanaklarından da incelikle yararlanarak bir sistem alegorisi kuran “Okul Tıraşı” da (2021 yapımı filmi bu yıl izleyebildik) muhteşemdi. Umutsuzluktan umut çıkaran bu üç güzel film de imkân bulunan an ve yerde izlenmeli…
Distopya ve absürdün olanaklarından yararlanan yapımlar konusunda dijital platformlarda da bir hareketlenme olduğu söylenebilir. Netflix’te yayınlanan ilk yerli distopya dizisi “Sıcak Kafa”, bizde pek örneği olmayan bir tür için hele, birçok açıdan başarılı. Bana göre komedide son yılların en iyisi olan “Gibi” ise üçüncü sezonuyla da çizgisini hiç bozmadan ve kahkahadan hiç kısmadan günün ruhunu, hüznünü ve yorgunluğunu gayet iyi aktarmayı başardı. “Sınıfsal Veda” bölümü büyük laflar etmeden “politik” olmanın şahane bir örneğiydi. “Mazbut bir hayat, sağlam bir ahlak, bol bol sevgi” ise daima zor ve yabancılaştırıcı olan kâbus/rüya ince işçiliğiyle hayranlık uyandıran bir bölüm. “Büyük komedyen kibri” dönemine son verdiği için de ayrıca sevdiğim “Gibi”nin sezonlarca “bozar dendi bozmadı, yine bozmadı, bu kez kesin bozar dedik iyice bozmadı” dedirterek sürmesi umuduyla…
Tüm bu yapımların “bizden olmaz/bizden çıkmaz” yollu yaygın umutsuzluğa da panzehir olması gerekiyor aslında. İyi fikir, yaratıcılık, emek, çaba ve cesaretle doğru ekip bir araya gelince pekâlâ da çıkıyor işte.
En büyük eksiğimiz hâlâ, hâkim bakışı farklı açılardan ters yüz edecek kadın anlatıcılarının sayılarının artması ve önlerinin açılması konusunda… Taşra, çocukluk, babaları affetmek, yüzleşme gibi konularda hikayelerin sıkışmış gibi göründüğü döngüsellikten kurtulmanın bir anahtarı da bu. Yeri gelmişken bu yılın en iyi yerli filmlerinden birine, hiçbir ajitasyona başvurmadan, şiddeti ve cinayeti aşk sosuna bulandırıp romantize etmeden çok büyük bir gişe başarısını yakalayan “Bergen”e değinmeden geçmeyelim. Filmin başarısının sırrı, her şeyden çok bu konudaki hâkim anlatıya kafa tutan bakış açısında gizli.
Geçmiş yazılarımda sıkça yer verdiğim bir mesele: Günümüzün yaygın mottoları hep anı yakalamaya, günü kaçırmamaya, saniyeye tırnak geçirmeye dair. Kişisel gelişim kitapları, filmler, TV dizileri, şarkılar hep “şimdi”nin ipine sıkı sıkı sarılmamızı öğütlüyor. Kâğıt üstünde iyi fikir bu. Sahip olduğumuz tek hayatı, karton kutunun dibindeki meyve suyunu pipetle dip kıyı sömürürcesine maksimum hazla tüketmeye çalışmanın cazip bir yanı var. Ama hayat bir kelime değil, bir cümle. “Şimdi”, bir paket halinde geliyor. Geçmeyen geçmişin tortusu ve gelmemiş geleceğin kaygısıyla yüklü bir paket. Bastırılan her şey, bizi kuruyor. Hafıza, travmalar, kayıplar, yüzleşme hikâyelerdeki ağırlığını korurken, günümüzün insandan çaldığı en önemli şeylerden biri olan dikkat ve konsantrasyona yoğunlaşan eserler de ister istemez öne çıkıyor.
Bu yıl okuduğum en iyi kitaplardan biri, gazeteci-yazar Johann Hari’nin Metis’ten çıkan “Çalınan Dikkat/ Neden Odaklanamıyoruz” adlı kitabı. Bizde de ses getiren önceki kitabı “Kaybolan Bağlar”da Hari, depresyonu beynin kimyasal işleyişine dair bir arıza olarak kodlayan çağdaş tıbbın, hayatları antidepresana boğan yaklaşımının yerine, kopan bağları koyuyordu. Bunca insanın kendini yalnız, mutsuz, tatminsiz, amaçsız hissetmesinin ardında başkalarıyla, işimizle, hayatla kurduğumuz bağların zayıflığının, “insan ıstırabını hiç anlamayacak kadar kopmuş” kültürlerde yaşıyor oluşumuzun yattığını, oldukça inandırıcı biçimde anlatıyordu. “Çalınan Dikkat” de benzeri bir perspektifle, yeni teknolojilerle bizi hiç olmadığı kadar kuşatan tüketim ve gözetim kapitalizminin, sorunları hem üreten hem de kişisel gelişim çözümler önererek “mağdur suçlayan” yanına dikkat çekiyor. Google ve sosyal medyayı yaratan bazı dahilerin, sözgelimi saatlerimizi daldan dala atlayarak, başladığımız yerden fersah fersah uzakta geçirmemize neden olan “sonsuz kaydırma”nın mucidinin bile isyan ettiği bu sorunu tüm boyutlarıyla, ayrıntılı mülakatlar ve anektodlarla ele alan Hari, kolay okunan ama çok iyi bir incelemeye imza atmış. Dikkat ve konsantrasyon becerisindeki azalmanın, çocuklarda giderek artan DEHB sorunlarının ve hayat kalitesindeki düşüşün yanı sıra aslında “kolektif eyleyebilme” becerisini sakatlayarak belki en büyük zararı verdiğini söylüyor. Dikkat azalması sorun çözme becerisini sakatlıyor, odaklanamayan insanlar basit otoriter çözümlere daha fazla yöneliyor. Bunun doğal sonucu da toplumsal adaletsizliğe ve iklim krizi gibi fay hatlarına karşı kolektif tavırdan uzaklaşmak oluyor. “Tüm boyutlarıyla derinliği feda ediyoruz” ve düşünce, her şeyden çok ilişkili gibi görünmeyen şeyler arasında bağ kurma becerisi olduğundan bunun insana maliyeti göründüğünden çok daha yüksek. Giderek yaygınlaşan narsisizmin de bir tür dikkat bozulması olduğunu söylüyor kitap; narsisizmin dikkatinizin sadece kendinize ve kendi egonuza dönük hale gelmesi demek olduğunu. Hepimizin iki muazzam kuvvet arasında bir seçim yapmamız gerektiğini üstüne basa basa belirtiyor: Parçalanma ve akış. W. H.Auden’in “birbirimizi sevmezsek öleceğiz” sözüne atıfla, “hep birlikte odaklanmazsak” ve kolektif eyleyebilme becerimizi geri kazanamazsak, çalınan dikkatin dev kara deliği hepimizi yutacak diyor.
Birkaç yıl önceki bir yeni yıl yazımda “hem birbirimizi sevmeyi yeniden hem de yeniden sevmeyi öğrenmeliyiz,” demiştim ben de. Sevginin, anlayabilmenin “gerçek konuşma” ve kolektif deneyimin gücünün, gücün yıkıcılığını yendiği daha güzel bir dünya dileğiyle, iyi yıllar.