Mutlu yıllar! Eskiden geçmiş yılın, hatta on yılın muhasebesini yapar, önümüzdeki yıl için dilek ve karar listeleri yapardık. Bana öyle geliyor ki, memlekette son yıllarımız sadece hayatta kalmaya odaklandı. Bu yıl da çok değişen bir şey yok ama ben geçmiş yılların adetlerinden birini yeniden canlandırayım istedim.
Bugün size son zamanlarda okuduğum ve üzerine düşündüğüm kitaplardan yeni yıl için önerilerde bulunacağım. Küçükler için iki kitap, büyükler için iki film, hepsi Asya’da ya da Asyalı göçmenler tarafından üretilmiş.
*
Benim son zamanlarda dikkatimi çeken biri resimli kitap, biri onlu yaşlardaki gençler için, Asyalı-Amerikalı göçmenler tarafından yazılmış kitaplar. Her iki yazar da birinci kuşak göçmen, yani Amerika’da doğmamışlar, İngilizceyi sonradan öğrenmişler. Kelly Yang’ın neredeyse bütün kitapları çocuk edebiyatı alanında ödül almış, Viet Thanh Nguyen aslında yetişkinler için yazıyor ve ilk kitabı Pulitzer ödülünü aldı. Bu iki kitabı ilginç kılan bir başka nokta da, Amerika’da genelde görünmez olan Asyalı göçmen deneyimini anlatmaları.
Kelly Yang’ın Front Desk’i (Resepsiyon), 1989 Tiananmen gösterilerinin bastırılmasından sonra Çin’den Amerika’ya göçen mühendis bir ailenin motel işleterek yeni hayatlarına tutunma çabasını ailenin 10 yaşındaki kızları Mia’nın gözünden anlatıyor. Irkçılık, yoksulluk, dayanışma ağlarından ve kültürel bağlamdan yoksunluk hikaye ilerledikçe bir göçmen çocuğun korkularını aşma sürecine dönüşüyor. Kitap ondan fazla edebiyat ödülü kazanmış.
A Different Pond (Bir Başka Göl), Vietnamlı-Amerikalı şair Bao Phi tarafından yazılmış ve Vietnam doğumlu Amerikalı kadın karikatürist Thi Bui tarafından resimlendirilmiş bir çocuk kitabı, kitabın seslendirilmiş hali ayrıca Youtube’da var. Öykü, ailenin mutfak masraflarını kısmak için golde babasıyla balık tutan bir çocuğun babasının hiç görmediği eski memleketini anlamaya çalışmasına dair (yakınlarda gösterime giren The Farewell [Elveda] filmi de bu gözle izlenebilir). Kitabın resimlendiricisi Thi Bui, kendi göç hikayesini anlattığı bir başka resimli kitapta, ‘mülteci olmak birbiriyle konuşmayan boşanmış bir anne-babanın çocuğu olmak gibi’ diyor. Bütün yazarların ortak çıkış noktası, bu hissiyatı yeni ülkelerinde doğmuş olan kendi çocuklarına anlatabilmek.
Son yıllarda Türkiye’de de çocuklar ve genç yetişkinler için dünyanın çeşitli yerlerinden ve hayatın çeşitli deneyimlerinden kitaplar çevrildiğini gözlemliyorum. Örneğin, Hatice Kapusuz bu yeni çevirileri derleyip tanıtıyor. Belki bu kitaplar da yayınevlerinin ilgisini çeker de tam Türkiye’de çocukların yaşamlarına göçmenlerin ve maalesef göçmen karşıtı söylemlerin dahil olduğu bugünlerde göçmen çocukların açısından yeni bir ülkede tutunmaya çalışmanın, büyüme sancılarına farklı olma sancılarının eklenmesinin, bununla uzlaşmanın, güven ağları oluşturmanın hikayesini okuyabilirler.
*
Yetişkinlere gelince, aklımda ne zamandır Güney Kore’den iki film vardı, bunlar için Kore demokratikleşmesinin yıl dönümünü bekleyemedim, yeni yıla yeni umut olsun diye şimdiden paylaşıyorum.
2013 yapımı The Attorney (Avukat) filmi, Kore’nin hızlı zenginleşme sürecinden gayrimenkul şirketlerine kurumsal danışmanlık yaparak faydalanmakta olan bir avukatın bir grup öğrencinin delilsiz tutuklanıp işkence görmesine tesadüfen tanık olduktan sonra zamanla siyasileşmesini ve sadece o öğrencileri savunmakla kalmayıp onların yaşadıklarına yasal zemin oluşturan milli güvenlik yasasına karşı bir hukuk savaşı başlatmasını anlatıyor. Kore’nin demokratik siyaset geleneğinde insan hakları hukukçularının önemli bir rolü var ve film bu kuşağa göndermede bulunuyor.
A Taxi Driver (Bir Taksici), 2019 yılında gösterime girdi, belki bizde de Başka Sinema’da yer bulur kendine. Gerçek bir hayat hikayesine dayanan film, Seul’de yabancı gazetecilere şoförlük ve mihmandarlık yapan, ehlikeyf bir taksicinin 1980 yılında bir Alman fotomuhabiri, Gwangju kentindeki sıkıyönetim karşıtı eylemleri izlemeye götürmesiyle başlıyor. Ordunun kente giriş çıkışları kapatıp eylemleri başlatan üniversite öğrencilerini işkenceyle öldürmesinden sonra tüm kent halkı karakollardaki silahlara el koyup direnişe geçiyor. Bu süreçte taksi şoförü, gördüğü vahşet ve adaletsizlik karşısında sadece bir izleyici olmaktan çıkıyor ve kent halkına elinden geldiğince yardım etmeye başlıyor.
Yalnızca bir ay süren direniş bastırılıyor ve binleri geçtiği tahmin edilen ölü sayısı bugün dahi tam bilinmiyor ama muhabirin kayıtları sayesinde dünyanın haberi oluyor. Sonrasında, Gwangju direnişi ve katliamının bilgisi Koreli orta sınıfların diktatörlüğe sırtını dönmesinde önemli bir rol oynuyor. Taksi şoförü ve muhabirse ömürlerinin geri kalanında o bir ayda tanık olduklarının etkisinden çıkamıyorlar.
Türkçe altyazısı de olan her iki filmin ortak noktası olan bitenler kendilerine değmese de haksızlığa karşı ses çıkartan sıradan insanların öyküsü olmaları. Bu anlamda, Schindler’in Listesi gibi kahramanlık öykülerinden (yine büyük yankı getiren Kore filmi Parazit’te karakterlerden birinin dediği gibi, ‘iyi olmak zenginler için daha kolay’) ya da Alone in Berlin (Berlin’de Yalnız) gibi mağduriyetten doğan kahramanlık öykülerinden farklı bu filmler.
Sıradan insanların adaletsizliğe ve şiddete karşı çıkması gibi bir evrensel mesajı da olsa, bu iki film aslında Güney Kore’nin demokratikleşme sürecinden çıkmış yapıtlar. 386 Kuşağı, 60’larda doğmuş ve 80’lerdeki demokratikleşme sürecini başlatmış ve içinde yer almış öğrenci ve işçileri tanımlayan bir terim. Bu kuşak tam da bu filmlerin anlattığı sıradan insanlardan oluşuyor ve Kore siyasetinde Kim Dae-jung gibi ünlü demokratik siyasetçilerin kullandığı “halkın hissiyatları yasadan üstündür” sözü, kitleler demokrasi talebiyle sokağa çıktığında onları dinlemek gerektiğini ifade ediyor.
Sırma Altun’un 2014’te Birikim dergisinde yer alan Toplumsal Hareketlere Asya’dan Bakmak yazısı Kore’nin demokratikleşme sürecini anlatıyor ve Gezi Hareketi’ni o dönemde sıkça yapıldığı gibi, örneğin, Paris Komünü’yle ya da İşgal Et eylemleriyle kıyaslamak yerine Asya’da konumlandırmayı öneriyor. Benim Duvar’daki yazılarımın çıkış noktası da bu.