Birbirlerinden bağımsız gibi görüngüler (“fenomenler”) aslında
aynı bütünün parçaları olabilir. Dolunaya baktığımızda gördüğümüz
ışığı yansıtan iki boyutlu bir yuvarlak. Ama biz onun üç boyutlu
bir küre olduğunu biliriz. Anımsıyorum çocuktum, bulunduğumuz
yerdeki bahçıvan kafasını kaldırıp bana “dün camide hoca söyledi,
ayla dünya arasında bir sırık yokmuş onu orada tutan” demişti. Şaka
yapıyor sanmıştım önce, ciddiydi. Ben de dalga geçmemiştim
zaten.
Ayı dünyadan uzakta ama hep aynı uzaklıkta tutan bir sırığın
olmadığını öğrenen bahçıvan, bu bilgiyi kendince en güvenilir
kaynaktan ileri yaşta edindikten sonra, aynı bilgiyi diğer durduğu
yerden gözlemlediği uzay cisimlerine de zihninde uygulayabildi mi?
Bilmiyorum. Gözlem derken gözlem yapmanın insanın tüm türdeşleriyle
paylaştığı bir yeti olduğunu varsayıyorum. Doğru mu? Gözle bakıp,
akılla anlıyoruz. Bu zaten kendiliğinden işleyen bir süreç, özel
çaba, çalışma gerektirmiyor.
Beethoven sağır olduğunda da olağanüstü eserler vermişti. Acaba
önündeki kağıtta notaları yan yana dizerek, iki boyutlu, kağıdın
üzerindeki kara mürekkeple mi düşünüyordu üstat? Zira notaları yan
yana dizmenin tek geçerli grameri var(dı). Yoksa beyninde bizim
dışarıdan tabiatıyla duyamadığımız muhteşem ezgiler mi çalınıyordu?
Çok sonra Schönberg ve diğerleri o grameri dönüştürdüler, atonal
müzik ortaya çıktı. Vokabüler kadar düşünüp, gramer kadar
yaratmak.
Belki benim kadar yeteneksiz biri bile Mondrian’ın karelerden
oluşan tipik yapıtlarından birini karşısına alıp, zaman ayırıp
uğraşacak olsa aynını, yahut ilk bakışta aslından ayırt
edilemeyecek denli bir benzerini kopyalayabilir cetvel, fırça ve
boya yardımıyla. Dönüp Mondrian’ın ilk gençlik resimlerine bakarsak
oysa, onun da emsallerinden aşağı kalmayacak “güzellikte”
figüratif, empresyonist eserler verdiğini görürüz. Yahut bunu
biliriz. Mondrian, bir düşünceyi sonuna dek izleme cüretiyle
sanatında bir yerden başka, evrensel bir yere evrilmiştir, başka
türlüsünü beceremediğinden değil.
Misvak dergisi alenen ırkçılık ve şiddet pornografisi yayıyor.
Benim gibi düşünenler zamanında Charlie Hebdo’ya mizah (“satire”)
anlayışına bayıldıkları için değil ifade özgürlüğü adına sahip
çıkmıştı. Öyleyse şimdi de Misvak’ı savunmak gerekir. Böylesine bir
ifade özgürlüğü ve hukuku geçtim, kanun devleti ortamı varsa,
mezuniyet günlerinde ünlü “Hayvanlar Alemi” karikatürüyle yürüyen
ODTÜ’lü öğrenciler hakkında da soruşturma yapılmamalıydı. Ezan
protesto edilse, o bağlamda suç oluşturmamalı. Var mı o eşitlikçi
anayasal yurttaşlık ortamı?
Karim Achoui, Cezayir göçmeni işçi sınıfı aileden gelip
üniversitede tıp ve hukuk birlikte okurken nihayet hukuku seçmiş
çok başarılı bir Fransız avukat. Achoui, ününü gansgterleri
çoğunlukla gözaltına alınmaları sırasındaki basit hatalar (“ters
kelepçe” vb.) sayesinde serbest bıraktırmasıyla ünlü. Bu beraat
kararlarını veren yargıçlar, önlerindeki dosyayı okuyup, o
kişilerin suçlu olduğunu anlayamıyorlar mıydı? Aksine, “dura lex,
sed lex” deyip, vicdanlarını arkaya itip, görevlerini doğru
yaptılar, yasayı uyguladılar.
Bizdeyse İçişleri Bakanı Soylu, cezaevinde intihar eden açlık
grevi eylemcisi PKK mensubu mahkumun cenazesine ve defnine HDP’li
milletvekillerinin ve aile yakınlarının katılmasını devletin kolluk
kuvvetini zorla engellenmesini bir terörle mücadele başarısı olarak
anlattı. Hangi kanun uyarınca işlem yapıldı acaba? Yarın azılı,
tecavüz ve toplu katliam suçlusu bir mahkum da intihar etse
varsayalım, aynı uygulama mı geçerli olacak? Hangi tüzük,
yönetmelik vs. uyarınca işlem yapılacak? Ateistsek kendimizi
parçalasak da günün birinde cenazemizin musalla taşına konacağını
bildiğimiz gibi her an başımıza her şeyin muktedirlerin iki dudağı
arasından talimat uyarınca gelebileceğini de biliyoruz.
“Ne” denli, “nasıl” da önemli. Siyasette de, hayatta da. Bir
orta hakem faulün olduğu noktaya yirmi metre uzaktan kırmızı kartı
arka cebinden çıkarıp hızla koşarak gelirse olay yerine, maçın
gidişatına göre, seyirci de tribünde birden patlayabilir. Oysa
yürüyerek gelip, gülümseyerek sağ elini faulü yapan oyuncunun
omuzuna koyup, kısa bir açıklama yapsa ve sonra kırmızıyı arka
cebinden çıkarıp gösterse maçın gidişatı aynı eylemlerden –hem
faul, hem kırmızı kart- farklı etkilenebilir. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın miting meydanlarından hançeresini yırtarak sürekli
bağırması böyle bir üslup meselesi.
“Ne diyor” diye içeriğe bakarsak: “(Kılıçdaroğlu’na) Terbiyesize
bak, İslâm dünyasından kaynaklanan bir terör diyor.” “Yarın aynı
bedeli Yeni Zelanda da öder.” “Dedeleriniz geldi, tabutla geri
döndü. Sizi de dedeleriniz gibi uğurlarız.” Buradan anladığımız hem
Türkiye halklarının ezici çoğunluğunun koyu dindar oldukları ve
dünyayı her şeyden önce İslâm penceresinden değerlendirdikleri
varsayımı. Diğeri, Müslüman olanın dünyanın hangi ülkesinde olursa
olsun, o din kimliğinin diğer kimliklerinden kendiliğinde üstte
olması veya öyle olması gerektiği.
Ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu ise “kınamayı ve lanetlemeyi
Hrıstiyan dünyası da yapmalı” dedi. Demek Kılıçdaroğlu’nun da
zihninde dinlere göre dünyalar var: Hindu dünyası, Konfüçyüs
dünyası vb. Yahut “biz ve onlar” var. Gavurla ezelden mücadele
veren İslâmın kılıcı baba Türk’ün dünyası. Bazen de “egemen güçler”
diyor Kılıçdaroğlu. Emperyalistler, kolonyalistler, kapitalistler,
bizim dışımızda, bizim olmadığımız bir yerlerde, bize tasallut eden
iblisler, heyulalar bunlar. O zaman astragan kalpaklar konuyor
yeniden kafalara. Göstergebilim dersek yine, Bahçeli bunu gerçekten
yaptı da.
CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı İmamoğlu, Yeni
Zelanda’daki katliamda hayatlarını kaybedenler için evinde
abdestini tazeleyip, kafasında takkesi, önüne koyduğu rahleden
Yasin okuyabilir. İmamoğlu, aynı eylemi, belediye seçimi kampanyası
bağlamında kameralar önünde yinelediğindeyse göstergebilimsel
açıdan bir dönüşüm gerçekleşir. Hatta bu dönüşüm siyaset
felsefesinin ötesinde belki anayasasında laik olduğu yazan bir
ülkede hukukun alanına dahi girebilir.
Örnekse Fransa’da seçkin ölüler Panthéon’a, seçkin diriler
Académie Française’e dinsel törenle girmez, giremez. “Ben bir de
mübarek kardinale dua okutayım istiyorum, çifte kavrulmuş olsun”
deseler, olmaz. Onu geçelim, Erdoğan’ın dini siyasette
araçsallaştırmasıyla, İmamoğlu’nun Yasin okuması arasında
görüngüsel fark var mı? Demek “icraat” varsa ortada, ikisinin
icraatları farklı değil. Ötesi niyet okuma: Birininkinin salih,
diğerinkinin necis olduğu varsayılıyor. Kime, neye göre?
Yeni Zelanda Başbakanı Ardern’in taziyeye giderken başını
örtmesi de bir icraattır diyenler oldu. Doğru, bir halkla ilişkiler
icraatıdır. İmamoğlu’nun Yasin okuması da öyle. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın Tekirdağ’da katliam görüntüleri izletmesi de. Tüm bu
eylemlerde bir “niyet” var, biz de meşrebimizce “iyi” yahut “kötü”
olarak okuyoruz o dışa vurulan niyeti. Yunanistan Başbakanı ise
papazların devlet memuru statüsünü ortadan kaldırmak için uğraş
veriyor. Bakın o örnekteki siyasi icraat gerçek, somut. Okunması
gereken bir eylem yok, eylem kendini anlatıyor.
Diyeceğim, tedavi ile teselli aynı şey değil. Homeopatiyle
tıbbın aynı şey olmadığı gibi. Ardern’in başını örterek taziyeye
gitmesi, orada kurbanların aile fertlerini içtenlikle kucaklaması,
olaydan bu yana kurduğu uzlaşmacı, insancıl cümleler hepsi bir
bütün halinde içimizi ısıtıyor olabilir. Ayrıca katil Yeni
Zelandalı değil, Avustralyalı. Avustralya dünyada en insanlık dışı
göç karşıtı siyaseti uygulayan ülkelerin belki başında geliyor.
Acaba Ardern’in ve onun İşçi Partisi’nin göç, entegrasyon vb.
konulardaki politikalarını, sicilini, icraatını merak edip
araştıran oldu mu? Herhalde siyasi değerlendirme onu
gerektirirdi.
Basit önerimi yineleyerek bitirmek isterim: 18 Mart geçti, 25
Nisan Anzak Günü geliyor. Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı da
Erdoğan’ın Tekirdağ mitinginde katliam görüntülerini izletmesi
üzerine etekleri tutuşarak Türkiye yolunda. 25 Nisan’da belediye
seçimi geçmiş olacak, en olumlu, çoğulcu, insancıl biçimde
değerlendirilebilir. Tedaviden sayılmaz ama teselli eder.