Brenton Tarrant adlı 28 yaşındaki Avustralya vatandaşı, Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde iki camide 49 kişiyi (maalesef sayı artabilir) öldürdüğü bir katliam yaptı. Saldırgan katliamda ABD ordusunun kullandığı yarı-otomatik M16 piyade tüfeğinin bir versiyonunu kullanmış. Ayrıca, canlı yayınladığı katliamı 8Chan adlı sosyal paylaşım sitesinden duyurmuş ve 74 sayfalık "Büyük Yer Değiştirme" başlıklı bir manifestoyu da internetten paylaşmış. Manifesto, Fransız yazar Renaud Camus’nün aynı adlı kitabından esinlenilmiş. Katliam anında Bangladeş Kriket Milli Takımı’nın da caminin hemen yakınında olduğu sonradan ortaya çıktı.
Gerek söz konusu manifestodan, gerek silahının üzerine, kabzasına, şarjörüne yazdığı tarihsel referanslardan saldırganın katliamı İslâm ve özellikle Türk karşıtı motiflerle gerçekleştirdiği açıkça belli oldu. Bu tarihsel referansların eksiksiz bir dökümü Daily Sabah’ta yayımlandı. Katliam, 2011 yılında Norveç’in Utoya adasında 77 kişiyi öldüren ırkçı Anders Breivik’in eylemini andırıyor. Tarrant’ın da eylemden sonra hayatta kalmayı öngördüğü anlaşılıyor. Nitekim Breivik gibi Tarrant da mahkemede gösteri yapmaya yeltendi. Terör eylemi midir? Evet, öyledir, tedhiş yani dehşet saçma amaçlıdır, sapkın bir ideolojiyi namlu ucunda dayatmaya yöneliktir.
Pekiyi ne fark eder? Artık 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında dolaşıma giren “küresel terörle mücadele” defteri kapanırken, “terör, terörist, terörizm” etiketi saplantısının da bana sorarsanız içi boşalmış durumda. Selahattin Demirtaş da, bu Avustralyalı kasap da terörist öyle mi? Bir başka bakımdan ırkçı, faşist gibi tanımlamalar da belki anlamlarını yitirdiler. Dağarcığımızdaki sözcükler kadar mı düşünebiliyoruz, yoksa sözcüklerle iletemediğimiz nebula halinde zihnimizde dolanan düşüncelerimiz var mı? Bilemem. Ama cesetler üzerinden pornografinin gündelik siyasetçilik adına araçsallaştırılması hakikaten kabak tadı verdi.
Öyle olmasa burada, bilgisayar ekranı başında radikalleşme süresinin sanıldığının aksine iki-üç haftada gerçekleştiğini konuşabilirdik. Yeni nativizmin, eski milliyetçiliğe göre dışarıda bırakılacaktan yola çıktığını, o ötekinin de büyük ölçüde “Müslüman” olduğu üzerine tartışabilirdik. Kenar uçlara, aşırılığa, köktenciliğe savrulanlar didinedursun, esasen Müslümanlar dahil ezici göçmen çoğunluğun toplumsal entegrasyonu kendiliklerinden becerdiğini not düşebilirdik. Tertemizciler, tekçiler tepinedursun, dünyanın gidişatının melezleşme, harman olma, kozmopolitanizme doğru olduğundan, nüfus çoğunluğunun artık kentlerde yaşadığının da altını çizerek, bahsedebilirdik. Benzer eylemler örnekse Suriye, Yemen, Irak, Türkiye’de olunca neden haber değeri taşımaz uluslararası medyada diye sorgulayabilirdik.
Öylesi, olması gereken olurdu. Kabaca yukarıdaki hatlar üzerinden sağlıklı, serinkanlı, düzeyli bir görüş alışverişi olur, sonuçlarından da hemfikir olmasak da birlikte yararlanabilirdik. Olamaz, olamadı, bırakmadılar. Prof. Dr. İbrahim Kalın buyurmuş: “Charlie Hebdo için yürüyenler, Yeni Zelanda için de yürüyecek mi? Acısı gerçekten ortak olanlar birlikte yas tutabilirler.” Herhalde ona, Sayın Kalın’la birlikte dördü bir arada Davutoğlu’ndan boşalan baş ideologluk makamını doldurmaya hamle eden Çelik, Ünal ve Altun da benzer nağmelerle katılacaktır. Fırsat kaçmaz çünkü.
Sayın Kalın samimi mi? Yoksa kendince boş kaleye goller mi atarak eğleniyor? Misvak’ın Tarrant’ın üzeri bezeli tüfeğine öykünen karikatüründeki “1915” ibaresine ne der? Sonra Misvak’ın yeni karikatürünün aynen Charlie Hebdo’nun katliam sonrası çıkan “her şey affedildi” başlıklı kapağıyla benzerliği yok mu? Ama o zaman katliama rağmen derginin kapağı “hassasiyet” yaratmıştı bizde. Yürümekse daha dün kadın yurttaşlar Taksim’e yürüyelim dediler, “işgal” girişiminden söz ediyor Cumhurbaşkanı: Sayın Kalın, kadınlar gününde yürüyüşe katılmak istemez miydi?
Sayın Kalın acaba seneye Hrant Dink cinayetini anmak için bu defa Galatasaray’dan Taksim’e değil, Taksim’den Pangaltı’ya yürümek ister mi? O da kısa mesafe. Sayın Kalın, Tahir Elçi cinayeti için Diyarbakır’da dört ayaklı minarenin altına gelmek ister mi? Sayın Kalın Georgetown’da ders vermiş bir hocadır, Vaşington’un kalbindeki Smithsonian Enstitüsü’nün Amerikan Yerlileri Müzesi’ni muhakkak pek çok kez gezmiştir. Bizde benzer bir Ermeni Müzesi düşünür m? Belki o da “terör kurbanı” büyükdedem de yer bulur o mutasavver müzede, benim “Ermenilerin soykırım acılarını paylaştığımı” açıklamam da belki.
Sayın Kalın’ın müktesebatı zengindir, acaba inceleme fırsatı bulduysa Gezi-Osman Kavala İddianamesi hakkında ne düşünür? Anadolu Kültür Derneği’ni bir terör örgütü olarak mı görür? Hep birlikte Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, Hindu ve diğerleri dayanışma göstereceksek ülkemizde tek tük ayakta durmaya çalışan medya ve tek tük kapatılmadan idare eden sivil toplum kuruluşu da Türkiye dışından fon arayabilir mi, bulabilir mi, bu suç mudur? Hepsinden vazgeçtim, yarın 18 Mart ve ardından 25 Nisan Anzak Günü geliyor, bu iki tarihi Sayın Kalın, Cumhurbaşkanlığı’nca bir dostluk, insanlık, çoğulculuk, çokkültürlülük, ortak medeniyet şenliğine dönüştürülmesine önayak olmak ister mi?
Ülkemizde kendilerini iktidarın sahibi olarak görenler, hesap vermek, hesaba çekilmek konusunda en ılımlı deyimle oldukça çekingenler. Ancak, belediye seçimlerini vesile ederek, bir “hesaplaşma” söylemidir dayatıyorlar. “Yüzleşme” ise onlara sapa bir gezegen. “Hesaplaşma” denilince, muhaliflerin gırtlağına mı basılacak? Mallarına mı çökülecek? Güdümlü mahkemelerde yargılanan muhalifler topluca cezaevlerine mi tıkılacak? Pasaportlarına mı el konulacak? Tehcir mi öngörülüyor? Bakınız, İslâm ve Türk düşmanı cani Tarrant’ın esinlendiği Renaud Camus’nün kitabının başlığı da “Büyük Yer Değiştirme.*” Çokkültürlülüğü, multi-kulti’yi, çoğulculuğu, kültürsüzleşmeyle, kimlik yitimiyle bir tutmaya dayanıyor.
Batı’daki yeni sağın etiketi de artık bu: Kimlik. Bizdeki “ezana sahip çıkmanın milletin temel unsuru” olması, ulusal kimlik söylemini andırmıyor mu? Bu bir anlamda uygarlık kuramında kimlik bölünmesi, şizofreni, eşanlı olarak yürütmede ise teklik demek. Her hükümet darbesi, yürütmeyi tek elde toplamayı ve yöneteni hesap vermez kılmayı, ulusu da o tek yöneticide cisimleştirmeyi öngörmez mi? Schmitt gibi hortlaklar da bu nedenle dekoratif amaçla dolaptan çıkarılamaz mı? Acaba amaç fikriyat yarıştırmaksa Sayın Kalın, Çelik, Altun, Ünal gibi “düşünürler” tüm bu konuları bir panel, sempozyum, yuvarlak masa türü bir organizasyonla örnekse İlter Turan, Ersin Kalaycıoğlu, Yılmaz Esmer, Üstün Ergüder vb. duayen isimlerle karşılıklı konuşmak isterler mi?
Dünyanın öbür ucunda bir cani, dünyayı gezip görmüşken ve geçmişinde şiddet eğilimine dair hiçbir emare yokken ibadet eden 49 Müslümanı katledip, bilgisayar oyunu gibi cinayetlerini kendi bakış açısından kaydetti. Öyle ki, katliam sanki sanal şöhret adına, bir Bay Sıfır’ın, bir küçük adamın, “ben de varım ve şimdiye yok sayıldıysam sizin yüzünüzden” demesini kanıtlamak için işlenmiş gibi. 2019 yılında dahi din adına, vehmedilen bir kimliğin savunulması adına katliam yapılıyor. 2019 yılında dahi Tarran’tın ülkesi Avustralya, Behrouz Boochani gibi mültecileri toplama kamplarına atıyor.
Bizde de muhalifleri “ezan, bayrak düşmanı, FETÖ'cü, Kandil’den talimat alan” diye erinmeden yaftalayanlar, dönüp “Charlie Hebdo için yürüyenler Yeni Zelanda için de sokağa çıkacak mı” diye sorabiliyor. Ankara Garı, Suruç, Atatürk Havalimanı, Reina, Reyhanlı: Yıkanıp, silindiler mi belleklerimizden? Yüzleşebildik mi dolaplarımızdaki iskeletlerle? Toplum olmak yönünde mi ilerliyoruz, çözülüp toplama dönüşmeye mi? Aydınlığa mı dönük yüzlerimiz, karanlığa mı? Lütfen samimi olalım, sinekten yağ çıkarmaya, şov yapmaya yönelik ifadeler, açıklamalar, çağrılar çok sakil duruyor.
Tanrı’dan Yeni Zelanda’daki katliamda hayatını kaybedenlere rahmet, geride bıraktıklarına sabır ve metanet dilerim. Dışişleri’nden dönem arkadaşım Sayın Wellington Büyükelçimiz Ahmet Ergin’e de geçmiş olsun dileklerimi iletirim.
*”Le Grand Remplacement”, Renaud Camus, ilk basımı 2011.