Başlıktaki sorunun çeşitli versiyonları, farklı dönemlerde
soruldu. 2009 yılında yayımlanan Toplum ve Bilim’in 116.
sayısında bu soruya çeşitli ve bugün için de değeri olan yanıtlar
var. 2013 yılında Alev Özkazanç’ın Mülkiyeliler Birliği Çarşamba
Söyleşileri’nde yaptığı konuşmada bu yanıtların iyi bir özeti de
yer alıyor. (1) Özkazanç, bu konuşmasında ayrıca 2013 yılında aynı
soruya yeni bir yanıt da arıyor. Hamit Bozarslan’ın kontrollü
şiddete, Kaya Akyıldız’ın olağanüstü hale ve zorla bir arada
tutmaya, Cem Kaptanoğlu’nun birliği fark üzerindeki sürekli tesis
etmeye, Ayşegül Komşuoğlu’nun klientalizme yaptığı vurgular önemli.
Hem Türkiye üzerine düşünen entelektüellerin söylediklerine ister
istemez yansıyan konjonktür, hem de o konjonktürde yirminci yüzyıl
boyunca Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin nasıl göründüğüne
ilişkin güçlü bir fikir sunuyor. Konjonktür vurgusunu yapmamın bir
nedeni var. Çünkü, örneğin, Özkazanç’ın konuşması çok özel bir
tarihte gerçekleşiyor. Barış sürecinin kritik bir anı olarak
gerçekleşen 2013 Newroz’undan hemen sonra ve Türkiye tarihinin en
güçlü ve en yaygın direniş hareketi olarak Gezi’nin başlangıcının
hemen öncesinde. Özkazanç, Barış Süreci’ni gerçekleştiren toplumsal
arzuların, “liberal-demokrat” ve “muhafazakâr-otoriter” eğilimler
taşıyan AKP tarafından kucaklandığını düşünerek, süreci
Ortadoğu’daki paylaşım savaşıyla, İslamcılıkla vs. kapalılıkla vs.
ilişkilendirenlere karşı çıkıyor ve toplumda zaten var olan bu
arzuların sosyalist feminist bir perspektiften kucaklanması
zemininin yaratılması gereğini tartışmaya açıyordu. Bu
liberal-“iyimser” bakış açısının 2010 Anayasa değişikliğinin hemen
öncesinde başlayan tartışmalara kadar gittiğini ve zemin
hazırladığı siyasal öngörüler ile stratejiler bakımından, bu öngörü
ve stratejileri üretenlerin önemli bir kısmı için büyük ya da küçük
felaketlerle sonuçlandığını belirtmek gerek.
2013 ve 2015 Haziranlarının ardından gelişen süreçte, Türkiye
bir rejim inşasının yıkıcı şiddeti olarak görebileceğimiz şiddet
sarmalının içine sokulmuş, yüzlerce insanın öldüğü katliamlar
gerçekleşmiş ve toplumun iktidarı destekleyen kesimleri tarafından
alkışlanmışken; bizzat iktidar mensupları bu alkış seline
katılmışken Necmi Erdoğan bugün hâlâ hakim olan tespitini, bu defa
farklı bir soruya yanıt olarak dile getiriyor: Türkiye toplumunu
bir arada tutandan ziyade, bir arada “durduran” suç ortaklığını
irdeliyor. Aslında suç ortaklığının kuruculuğu, 2009 yılının
Toplum ve Bilim dosyasında neredeyse her yazıya fon
oluşturan bir öğe de. Fakat Necmi Erdoğan “suç ortaklığı”
ifadesinin dayanağı olan asgari etiko-politik normların yokluğu ve
1990’lardan itibaren gelen, sonrasında AKP’yi ve iyimser
stratejileri de kapsayacak biçimde saydığı envanter, suç
ortaklığını bir fon olarak kullanmak yerine, onu odağa taşıyor. Bu
nedenle de yalnızca yanıt değil soru da farklı: Artık, “Türkiye
toplumunu bir arada tutan nedir?” sorusunun yerini “Türkiye bir
toplum mu?” sorusu alıyor. (2)
Evet, 2015’ten beri buradayız. Her anlamda kaldığımız yer
burası: “Türkiye bir toplum mu?” 2015’ten beri buna yeni bir yanıt
verilmiyor. Türkiye’yi bir arada “durduran” suç ortaklığının
çeşitlemeleri, genişlemeleri ve derinleşmeleri üzerinde duruyoruz.
Bir toplum duygusunu yaşayabildiğimiz; ortak acı ve değer halinde
düşünebildiğimiz yegâne şeyin topluma dışsal olarak görünegelmiş
“doğa” olması, belki de bunun trajik sonucu. İnsan tarafından
yaratılan, insan yapısı ikinci doğa olarak görebileceğimiz
ilişkiler, normlar, karşılıklı olarak kurulmuş haklar ve davranış
kodları tamamen dağılmış durumda. İnsan yapısı herhangi bir şeyin
gerçek bir bağlılık yaratma olasılığı geniş toplumsal kesimlere
ümitvar görünmüyor.
İnsan gözü, başını yukarıya kaldırdığında gördüğü, biraz aşağıya
eğilmiş dalların güzelliğini hangi başka gözle kesiştirebiliyorsa
onunla toplum olabilir bu durumda. Buna karşı, ağaca baktığında
boşa yer kaplayan odun görenler var. İnsan gözü, savaşan bir
insanda acıyı ve yıkımı gören bir başka insanla kesişebilir ancak,
onunla toplum olabilir. Ama savaşanlara kelle gözüyle bakan var.
İnsana ve hayvana yönetilecek, savaştırılacak, çalıştırılacak ya da
yenilecek et olarak bakanlar var.
Buradan bir soru daha çıkarmak istiyorum: Türkiye ortadan ikiye
bölünmüş iki ayrı toplum mu?
Bu soruya yanıtım hayır! İnsanlar arasında ve insanlarla doğa
arasında ilişkiler yaratabilecek kurucu bağlar bakımından bir
ikinci doğa yaratabilecek potansiyeli yalnızca birinciler,
birbirine hâlâ bakabilenler, bakışları ortaklaşabilen bir
güzellikte, sevinçte ya da kederde kesişebilenler taşıyor. Bu
nedenle hâlâ “Türkiye bir toplum mu? sorusunu sorduran aşamadayız.
Bu soruya yeni bir ikinci doğa yaratmadan; etik, hukuksal ve
siyasal yeni normlar yaratmadan yanıt vermek de mümkün değil. Suç
ortaklığını her boyutuyla ortaya koyacak hakikat ve adalet
süreçleri işletilmeden de mümkün değil. AKP sonrası geçiş sürecinin
varacağı sonucu belirleyecek olan da bu geçiş sürecinin bir hakikat
ve adalet süreci yaşayıp yaşamayacağımıza bağlı.
1- Konuşmaya bu adresten ulaşılabilir. http://kasaum.ankara.edu.tr/cevrim-ici-makaleler/
2- https://www.birgun.net/haber/turkiye-bir-toplum-mu-92688