Yeniden aynı soru: Türkiye bir toplum mu?

Evet, 2015’ten beri buradayız. Her anlamda kaldığımız yer burası: “Türkiye bir toplum mu?” 2015’ten beri buna yeni bir yanıt verilmiyor. Türkiye’yi bir arada “durduran” suç ortaklığının çeşitlemeleri, genişlemeleri ve derinleşmeleri üzerinde duruyoruz.

Dinçer Demirkent dincerdemirkent@gmail.com

Başlıktaki sorunun çeşitli versiyonları, farklı dönemlerde soruldu. 2009 yılında yayımlanan Toplum ve Bilim’in 116. sayısında bu soruya çeşitli ve bugün için de değeri olan yanıtlar var. 2013 yılında Alev Özkazanç’ın Mülkiyeliler Birliği Çarşamba Söyleşileri’nde yaptığı konuşmada bu yanıtların iyi bir özeti de yer alıyor. (1) Özkazanç, bu konuşmasında ayrıca 2013 yılında aynı soruya yeni bir yanıt da arıyor. Hamit Bozarslan’ın kontrollü şiddete, Kaya Akyıldız’ın olağanüstü hale ve zorla bir arada tutmaya, Cem Kaptanoğlu’nun birliği fark üzerindeki sürekli tesis etmeye, Ayşegül Komşuoğlu’nun klientalizme yaptığı vurgular önemli. Hem Türkiye üzerine düşünen entelektüellerin söylediklerine ister istemez yansıyan konjonktür, hem de o konjonktürde yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin nasıl göründüğüne ilişkin güçlü bir fikir sunuyor. Konjonktür vurgusunu yapmamın bir nedeni var. Çünkü, örneğin, Özkazanç’ın konuşması çok özel bir tarihte gerçekleşiyor. Barış sürecinin kritik bir anı olarak gerçekleşen 2013 Newroz’undan hemen sonra ve Türkiye tarihinin en güçlü ve en yaygın direniş hareketi olarak Gezi’nin başlangıcının hemen öncesinde. Özkazanç, Barış Süreci’ni gerçekleştiren toplumsal arzuların, “liberal-demokrat” ve “muhafazakâr-otoriter” eğilimler taşıyan AKP tarafından kucaklandığını düşünerek, süreci Ortadoğu’daki paylaşım savaşıyla, İslamcılıkla vs. kapalılıkla vs. ilişkilendirenlere karşı çıkıyor ve toplumda zaten var olan bu arzuların sosyalist feminist bir perspektiften kucaklanması zemininin yaratılması gereğini tartışmaya açıyordu. Bu liberal-“iyimser” bakış açısının 2010 Anayasa değişikliğinin hemen öncesinde başlayan tartışmalara kadar gittiğini ve zemin hazırladığı siyasal öngörüler ile stratejiler bakımından, bu öngörü ve stratejileri üretenlerin önemli bir kısmı için büyük ya da küçük felaketlerle sonuçlandığını belirtmek gerek.

2013 ve 2015 Haziranlarının ardından gelişen süreçte, Türkiye bir rejim inşasının yıkıcı şiddeti olarak görebileceğimiz şiddet sarmalının içine sokulmuş, yüzlerce insanın öldüğü katliamlar gerçekleşmiş ve toplumun iktidarı destekleyen kesimleri tarafından alkışlanmışken; bizzat iktidar mensupları bu alkış seline katılmışken Necmi Erdoğan bugün hâlâ hakim olan tespitini, bu defa farklı bir soruya yanıt olarak dile getiriyor: Türkiye toplumunu bir arada tutandan ziyade, bir arada “durduran” suç ortaklığını irdeliyor. Aslında suç ortaklığının kuruculuğu, 2009 yılının Toplum ve Bilim dosyasında neredeyse her yazıya fon oluşturan bir öğe de. Fakat Necmi Erdoğan “suç ortaklığı” ifadesinin dayanağı olan asgari etiko-politik normların yokluğu ve 1990’lardan itibaren gelen, sonrasında AKP’yi ve iyimser stratejileri de kapsayacak biçimde saydığı envanter, suç ortaklığını bir fon olarak kullanmak yerine, onu odağa taşıyor. Bu nedenle de yalnızca yanıt değil soru da farklı: Artık, “Türkiye toplumunu bir arada tutan nedir?” sorusunun yerini “Türkiye bir toplum mu?” sorusu alıyor. (2)

Evet, 2015’ten beri buradayız. Her anlamda kaldığımız yer burası: “Türkiye bir toplum mu?” 2015’ten beri buna yeni bir yanıt verilmiyor. Türkiye’yi bir arada “durduran” suç ortaklığının çeşitlemeleri, genişlemeleri ve derinleşmeleri üzerinde duruyoruz. Bir toplum duygusunu yaşayabildiğimiz; ortak acı ve değer halinde düşünebildiğimiz yegâne şeyin topluma dışsal olarak görünegelmiş “doğa” olması, belki de bunun trajik sonucu. İnsan tarafından yaratılan, insan yapısı ikinci doğa olarak görebileceğimiz ilişkiler, normlar, karşılıklı olarak kurulmuş haklar ve davranış kodları tamamen dağılmış durumda. İnsan yapısı herhangi bir şeyin gerçek bir bağlılık yaratma olasılığı geniş toplumsal kesimlere ümitvar görünmüyor.

İnsan gözü, başını yukarıya kaldırdığında gördüğü, biraz aşağıya eğilmiş dalların güzelliğini hangi başka gözle kesiştirebiliyorsa onunla toplum olabilir bu durumda. Buna karşı, ağaca baktığında boşa yer kaplayan odun görenler var. İnsan gözü, savaşan bir insanda acıyı ve yıkımı gören bir başka insanla kesişebilir ancak, onunla toplum olabilir. Ama savaşanlara kelle gözüyle bakan var. İnsana ve hayvana yönetilecek, savaştırılacak, çalıştırılacak ya da yenilecek et olarak bakanlar var.

Buradan bir soru daha çıkarmak istiyorum: Türkiye ortadan ikiye bölünmüş iki ayrı toplum mu?

Bu soruya yanıtım hayır! İnsanlar arasında ve insanlarla doğa arasında ilişkiler yaratabilecek kurucu bağlar bakımından bir ikinci doğa yaratabilecek potansiyeli yalnızca birinciler, birbirine hâlâ bakabilenler, bakışları ortaklaşabilen bir güzellikte, sevinçte ya da kederde kesişebilenler taşıyor. Bu nedenle hâlâ “Türkiye bir toplum mu? sorusunu sorduran aşamadayız. Bu soruya yeni bir ikinci doğa yaratmadan; etik, hukuksal ve siyasal yeni normlar yaratmadan yanıt vermek de mümkün değil. Suç ortaklığını her boyutuyla ortaya koyacak hakikat ve adalet süreçleri işletilmeden de mümkün değil. AKP sonrası geçiş sürecinin varacağı sonucu belirleyecek olan da bu geçiş sürecinin bir hakikat ve adalet süreci yaşayıp yaşamayacağımıza bağlı.

1- Konuşmaya bu adresten ulaşılabilir. http://kasaum.ankara.edu.tr/cevrim-ici-makaleler/ 
2- https://www.birgun.net/haber/turkiye-bir-toplum-mu-92688 

Tüm yazılarını göster