Yerel seçimler: Metropoliten siyasetin coğrafyaları ve popülist strateji

“Sarı kart” mecazı seçmenin, tercih yelpazesi genişlemişken neden CHP’yi tercih ettiğini açıklamıyor. Açık ki, YRP’nin AKP’ye yaptığını Akşener ve İnce de CHP’ye yapmak iste(r)di. Ancak bu olmadı. Öyleyse seçim sonuçlarını sadece negatif üzerinden (AKP’nin yenilgisi) değil, pozitif üzerinden, yani CHP’nin zaferi üzerinden de çözümlemek gerekiyor. Bu çözümlemenin de, nesnel ve öznel koşullar açısından yapılması lazım.

Bülent Batuman bbatuman@gmail.com

31 Mart yerel seçimleri beklenmedik biçimde sonuçlandı ve AKP’nin aldığı en büyük seçim yenilgisi olarak kayıtlara geçti. Sonuçları açıklamak üzere başvurulan bir dizi sebep var: Ekonomik kriz, emeklilerin ve ücretli çalışanların tepkisi, seçimlere katılım oranındaki düşüş, vb. Bu dinamiklerin hepsinin rol oynadığı muhakkak. Sonuçlara AKP’nin yenilgisi üzerinden bakıldığında aşağı yukarı tüm açıklamalar “vatandaşın iktidara sarı kart gösterdiği” ifadesine çıkıyor. Ancak sonuçları daha kapsamlı yorumlayabilmek için odağımızı kaydırmamız gerektiğini düşünüyorum. Zira bu seçimlerin bir sonucu AKP’nin kaybetmesi ise, bir diğer sonucu da CHP’nin kazanması oldu.

Bu iki sonucu birbirinden ayrı düşünmemiz gerekiyor, özellikle de ittifak siyasetinin iflas ettiği, yani iktidara uzak hisseden seçmenin seçeneklerinin çoğaldığı koşullarda. Tam da bu yüzden “sarı kart” mecazı bana oldukça anlamsız görünüyor; çünkü iktidarı (veya partisini) cezalandırmak isteyen seçmenin, tercih yelpazesi genişlemişken neden CHP’yi tercih ettiğini açıklamıyor. Açık ki, YRP’nin AKP’ye yaptığını Akşener ve İnce de CHP’ye yapmak iste(r)di. Ancak bu olmadı. Öyleyse seçim sonuçlarını sadece negatif üzerinden (AKP’nin yenilgisi) değil, pozitif üzerinden, yani CHP’nin zaferi üzerinden de çözümlemek gerekiyor. Bu çözümlemenin de, nesnel ve öznel koşullar açısından yapılması lazım.

NESNEL KOŞULLAR: METROPOLİTEN SİYASET

31 Mart yerel seçimlerini tarihsel bir öncüle benzeteceksek eğer, CHP’nin en yüksek oy oranına ulaştığı 1977’den çok, ilk kez yerel yönetimleri elde ettiği 1973’e benzetmek gerek. O dönemi kısaca hatırlayacak olursak, 60’lı yıllar metropollerde gecekondulaşmanın ve barındırdığı yeni tipte kentsel yoksulluğun ortaya çıktığı yıllardı. Yükselen toplumsal muhalefet umutla bu yeni kent yoksullarının yüzünü sola dönmesini bekledi, fakat kırdan göçen bu nüfus, göreceli bir refaha kavuştuğu kentte radikal siyasete değil kayırmacılık kanalları üzerinden kente tutunmaya öncelik verdi. 1968 yerel ve 1969 genel seçimlerinin sonuçları bu eğilimin ifadesi oldu. Ancak 1973’e gelindiğinde, giderek tıkanmakta olan ithal ikameci sistemin krizi yanında biri politik, diğeri sosyal iki dinamik daha kentleşme sürecini etkiledi. 12 Mart’ın şiddeti gecekondular üzerinde kendisini hem gecekondu yıkımları olarak gösterdi hem de askeri yönetimin askıya aldığı örgütlenmelerin (mahalle güzelleştirme dernekleri) kayırmacı kanallarını geçici olarak da olsa tıkadı. Buna bir de gecekondularda yeni bir kuşağın aktif olması eklenecekti. Önceki kuşak gibi köyün yoksunluğunu deneylememiş olan, kentte doğduğu halde kentli sayılmayan ikinci kuşak için radikalleşmek çok daha kolay oldu. İşte bu koşullarda CHP beklenmedik bir biçimde bütün büyük kentlerin yönetimini devraldı, aynı yıl yapılan genel seçimlerde tek başına iktidar olamasa da MSP ile koalisyon kurarak iktidara geldi.

Bugün de benzer bir kentleşme dinamiğinin etkili olduğunu düşünüyorum. Daha önce AKP’nin kentsel devrimi olarak adlandırdığım bu süreci tartışmıştım; burada kısaca tekrar etmek gerekirse AKP döneminde tarım sübvansiyonlarının azaltıldığı ve sektörün yabancı rekabete açıldığı koşullarda kentleşme hem nicel bir süreç olarak (göç) hem de örgütlenme olarak kent odaklı hale geldi. Hem büyükşehirlerin sayısı arttı hem de bütünşehir düzenlemesi ile büyükşehirlerin sorumluluk alanı il sınırlarına genişletildi. Bu ikinci dinamik, yani kentsel örgütlenmenin dönüşümü “kentsel”in dönüşümü ile başat bir süreçti.

İllerin Büyükşehir'e dönüştükleri yıllara ilişkin harita. 

Kent(sel)leşme genellikle sadece kentlerde bir yığılma olarak anlaşılır. Oysa bu yoğunlaşmanın eşleniği kentsel olanın yaygınlaşmasıdır; sadece kentin yatayda büyüyerek yayılması değil, kentselliğin, kent dediğimiz yoğunlaşmış yerleşimin ötesinde de etkili hale gelmesi. Böyle baktığımız zaman metropoliten yapıyı yoğunlaşmış ve kalabalıklaşmış kent olarak değil de, kentin dışı ile etkileşimi yoğunlaşarak melezleşmiş bir yapı olarak düşünmek gerekiyor. Bunu bütünşehir yapısına tercüme ettiğimizde iki politik vektör görürüz: çeper ilçelerden büyükşehir belediye meclislerine yönelen bir vektör ve merkezdeki idari yapıyı çepere taşıyan ikinci bir vektör.

2019 Yerel Seçimleri, Partilerin ilçelere göre dağılımı

AKP uzunca bir süre boyunca bu ilk vektörün -muhafazakarlaşma yönünde melezleşen metropolün- nimetinden faydalandı. Bu melezlik, muhafazakarlığın kentsel siyasette baskın olması sonucunu doğurarak AKP’nin kentsel merkezlerdeki siyasal mekanizmaları domine etmesini sağladı. AKP için kentsel hegemonyanın coğrafyası bu vektör üzerinden kuruldu. Örneğin Ankara’da AKP 2014 seçimlerini yüzde 45 oy ile kıl payı kazanırken büyükşehir meclisinde yüzde 72’lik hakimiyeti vardı. 2019 seçimlerinde CHP, başkanlığı yüzde 50,93 oy oranı ile kazandığı halde mecliste AKP-MHP bloğunun yine yüzde 70’i aşan hakimiyeti söz konusuydu. Ve 31 Mart seçimleri, dengenin artık ikinci vektör lehine döndüğünü haber veriyor.

2024 Yerel Seçimleri, Partilerin ilçelere göre dağılımı 

Şimdi seçim haritasına dönüp bakarsak, CHP’nin oylarını artırarak AKP’den (ve yer yer MHP’den) devraldığı yerleri tarif eden üç temel genişleme coğrafyası görürüz. “Metropoliten siyasetin üç coğrafyası” diye adlandıracağım bu yerlerden ilki metropoliten merkezlerdeki -sansasyonel örnekleri arasında İstanbul’da Üsküdar ve Beyoğlu, Ankara’da da Etimesgut ve Keçiören’i sayabileceğimiz- ilçeler. İkincisi ise metropoliten alanda -bütünşehirde- merkezden çepere doğru etkileşimin konusu olan çeper ilçeleri. Bu ikinci coğrafyadaki devinim AKP’nin kentsel devriminin doğrudan sonucu. Bu dinamiğin en sansasyonel sonucu da, CHP’nin 2019’da elde ettiği fakat büyükşehir meclislerinde azınlıkta kaldığı (ikinci coğrafyası ihmal edilebilir düzeyde olan İstanbul’u ayrı tutuyorum) Ankara, Adana, Mersin gibi muhafazakâr hinterlandı olan yerlerde çeper ilçelerde önemli başarı göstererek büyükşehir meclislerinde de çoğunluğu sağlaması oldu. Üçüncü coğrafya ise, 2012’de büyükşehir yapılan iller. Ankara modeli diyebileceğimiz, Orta Anadolu taşra muhafazakarlığının kentler üzerinde tahakkümüne olan inançla büyükşehir yapılan yerlere baktığımızda bu seçimde Ege kıyısından içeri bir hareket gibi tartışılan şeyin, Balıkesir, Manisa, Aydın, Denizli, Muğla hattının, meclisleriyle beraber CHP’ye geçen büyükşehirler olduğuna dikkat etmek gerekiyor.(*)

ÖZNEL KOŞULLAR: POPÜLİST STRATEJİ

Seçimlerden önce yazdığım son yazıda şöyle demiştim: “Derinleşen ekonomik kriz koşulları seçim sonuçlarını muhalefet lehine etkilese bile, bunu popülist momentin sürdüğü veya dümensiz popülist siyasetin başarılı olduğu şeklinde yorumlamak yanıltıcı olacaktır.” Seçim sonuçlarının bu (karamsar) saptamayı yanlışladığını kabul etmem gerek. CHP’li belediyelerin el yordamıyla yürüttüğü ve benim “kendiliğinden popülizm” olarak adlandırdığım strateji başarılı olmuş görünüyor. Kentlilerin yaşam maliyetlerini düşürmeye yönelik sosyal politikalar yukarıda metropoliten siyasetin birinci coğrafyası olarak tarif ettiğim ve ekonomik krizin hayat pahalılığını yakıcılaştırdığı yerlerde oldukça etkili oldu.

Dahası, ikinci ve üçüncü coğrafyalarda, kentsel popülist stratejiden türeyen başka -dolaylı- bir dinamiğin etkili olduğunu düşünüyorum. Özellikle İmamoğlu ve Yavaş’ın ulusal siyaset gündeminde yoğun biçimde yer bulması, bu başkanları sadece ulusal siyaset figürleri (potansiyel cumhurbaşkanı adayları) haline getirmedi. Bu başkanlar, belediye başkanları olarak görünür oldular. Bu görünürlük, özellikle deprem sürecinde, kentlerinin ötesine hizmet taşıyan aktörler biçiminde somutlaştı. Yani bu iki başkanın ulusal tanınırlığını, farklı bir siyaset düzlemi olarak ulusal ölçeğe taşınma değil de (veya bunun yanında) yerel siyaset aktörleri olarak ulusal ölçekte tanınmaları olarak düşünmek gerek (tam da 1973-77 döneminin Vedat Dalokay’ı gibi). Tam da bu nitelikleriyle bu başkanlar muğlak ve programsız da olsa bir “CHP belediyeciliği” fikrini ulusal ölçekte inşa etmiş oldular. Popülist kentsel siyaset stratejisinin bu öngörülmedik boyutu, Türkiye’nin dört bir yanında -metropoliten olmayan bölgeler dahil- yankı bulmuş görünüyor. Yukarıda da dediğim gibi, başta AKP olmak üzere sağ partilerden uzaklaşan seçmenin oy verecek seçeneği bu denli çoğalmışken “oy vermeye eli varmayacağı iddia edilen” CHP’ye yönelmesinin önemli bir sebebi bu, kanımca.

Burada nesnel ve öznel koşulların birbiriyle nasıl etkileştiği üzerine de düşünmek gerek. Elimizde henüz yeterli veri yok; hatta metropoliten siyasetin ikinci ve üçüncü coğrafyaları üzerine neredeyse kayda değer araştırma da yok. Ancak bu coğrafyaların son on yılda geçirdiği dönüşümün salt hizmete erişim ve altyapı entegrasyonu ile sınırlı kalmadığını düşünmek için yeterli sebebimiz var. Bu coğrafyalar belli ki sakinlerince giderek metropolün parçası olarak tahayyül edilmekte, metropolün siyasal süreçleri, (yukarıda tarif ettiğim ikinci vektör doğrultusunda) hizmetlere erişimden, katılım, şeffaflık ve sosyal adalet gibi taleplere doğru genişleyerek bu coğrafyalarda da etkinleşmekte.

(*) Aynı düzenlemeyle büyükşehir yapılan diğer illerde başka etmenler baskın, ancak bu dinamiğin oralarda da bir dip akıntısı olarak etkili olduğunu düşünüyorum.

Tüm yazılarını göster