Türkiye genel seçimlerden kısa bir süre sonra bir kere daha seçim atmosferine giriyor. İki hafta önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, yaptığı basın toplantısında CHP içindeki liderlik tartışmalarının bir parçası olmak yerine belediye başkanı olarak yerini muhafaza etmek istediği mesajını verdi. Bu hafta Meral Akşener, Afyon Kocatepe’de yaptığı konuşmada genel seçimlerle ilgili sert eleştirilerin yanı sıra önümüzdeki yerel seçimlerle ilgili olarak da tüm siyasi partileri ayrı ayrı seçime girmeye çağırdı, yerel seçimlerin genel seçimlerden farklı olduğuna, seçim sürecinde siyasi pragmatizm yerine yerel özellikler ve taleplere odaklanmanın önemine vurgu yaptı. Kemal Kılıçdaroğlu cevap vermeyi “nezaketsizlik” olarak nitelese de yerel seçimlerde aynı adayların desteklenmesi gerektiğini dile getirirken, 2019 seçimlerinde kazanılan yerel yönetimlerin desteklerini artırdığını vurguluyor. Ümit Özdağ ve Muharrem İnce de seçimlere kendi partileriyle, tek başlarına girme yönündeki eğilimlerini basınla paylaştı. Sonuç olarak muhalif kanadın genel seçimlerdeki yenilgisi, seçim sonrası ittifaktaki belirsizlik, ittifak dışı partilerin siyasette tanınma talepleri ile CHP’nin içinde bulunduğu araf hali ve değişememe sıkıntısı, muhalefetin 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinde AKP’ye karşı dirençli bir rekabet gösterebileceğini düşündürtmüyor. Seçmenler, muhalefetin seçim sonrasındaki tavrı ve yenilginin sorumluluğunu sahiplenen çıkmaması nedeniyle yaşadıkları hayal kırıklığıyla yerel seçimlerde tepkisel oy davranışına yönelebilir. Bütün bu siyasi belirsizlik, atışmalar, stratejiler bir kenara bırakıldığında asıl mesele yerelde ne olduğu, siyasetin nasıl şekillendiği, taleplerin nasıl karşılandığı ya da sorunların nasıl ve ne kadar çözüldüğü. Siyaset her daim aynı, ama yereldeki işleyiş her bir birim için birbirinden çok farklı.
YERELDEN NE ANLIYORUZ?
Toplumsal yapının yerelliğini düşünürken mekânsal bir kategori ya da bir mekâna ait olma durumundan çok, yerelin kendine özgü imkanlarına, kaynaklarına ve bunların nasıl bir ekonomik döngü yarattığına, buna ek olarak burada öne çıkan sosyal yapıya, ilişkilere, kültüre odaklanmak gerek. Türkiye gerek iklim ve coğrafya gerekse bunu tamamlayan sosyo-ekonomik faktörler açısından kayda değer bir yerel zenginliğe sahip. Yerel farklılıkların korunması, ülkenin çokkültürlü bir toplumsal yapıyı inşa etmesi, çoksesliliğe alan tanıması ve buna bağlı olarak demokrasinin gelişmesi için zemin yaratıyor. Ancak bu zenginlik ulusal siyasetin kapsama alanına girdiğinde hakim ideolojinin ve bunun uzantısı olarak damardan zerk edilen kültürel hegemonyanın araçlarına hedef oluyor; bir taraftan yerelin imkanlarını ve ihtiyaçlarını görmezden gelen bir metalaşma ve piyasa entegrasyonu, diğer taraftan merkezi siyasete bağlı ve bağımlı kılınarak siyasi sadakatin sağlanması ve son olarak kültürel çoğulculuğa izin vermeyecek biçimde bir tektipleştirme, homojenleştirme ile yerel yerelliğini kaybedip merkezin bir üssü haline geliyor. Bu durumun en önemli örneği de 2019 seçimlerinden hemen sonra ağırlıklı olarak Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan kayyım atamaları oldu. Doğrudan kayyım ataması olmayan muhalif parti belediyeleri de merkezin bürokratik engelleri, bütçe kısıntıları, izin zorluklarıyla karşı karşıya kaldı. Giderek daha fazla piyasa ekonomisinin nüfuzuna ve merkezi yönetimin tahakkümüne maruz kalan yerel yapı kendi sesini duyurmakta güçlük çekmeye başladı. Böyle olunca, Türkiye’nin herhangi bir yerine gittiğinizde karşınıza çıkan manzara sizi hiç şaşırtmıyor: Ekonomik katkısı neredeyse yok denecek yöresel ürün heykelleri, afili isimlerine rağmen kırk yıldır aynı planı kullanan ama karakteri olmayan apartmanlar, hiçbir estetik kaygı gütmeden sırf ideolojik saiklerle kondurulmuş, cemaati dahi olup olmadığı belli olmayan camiler, yolcusu olmayan havaalanları, çoğu zaman bulundukları yerelle bağı olmayan, olduğunda ise işlevini karşılayacak kaynağı olmayan tabela üniversiteleri ve tabii ki AVMler, tabii ki Starbucks’lar, tabii ki üç harfliler.
FARKLILIKLARI KORUYARAK EŞİTSİZLİĞİ AZALTMAK
Yerel yönetimler ve yerel seçimler çerçevesinde büyük şehirler, kırsal çeperleriyle birlikte ve literatürde kullanılan yaygın ifadeyle bölge-kentler daha fazla ilgi görüyor. Bu özel ilginin bir gerekçesi dünyada ve Türkiye’de nüfusun giderek daha büyük bir kesiminin kentlerde yaşamaya başlaması, buna karşılık kentlerin sosyal eşitsizliklerin ve çatışmanın yoğunlaştığı, derinleştiği alanlar haline gelmesi. Kentlerin hem ekonomik olarak hem de göç noktaları olarak bu kadar büyümesi bölgesel ve toplumsal eşitsizlikleri üreten ve besleyen bir kısır döngü yaratıyor. TÜİK’in Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre, 2022 yılında Türkiye’de nüfusun yüzde 93,4 kadarı il ve ilçe merkezlerinde yaşarken, geri kalan yüzde 6,6’sı belde ve köylerde yaşıyor. Aradaki bu büyük fark kent nüfusunu besleyecek tarımsal üretimin ve tarım ekonomisinin talebin gerisinde kaldığını ve gıdada bile dışa bağımlı olduğumuzu gösteriyor. Nüfus yoğunluğuna bakıldığında da yine dengesiz bir dağılım dikkat çekiyor. 2022 rakamlarına göre Türkiye’de kilometrekareye 111 kişi düşerken, İstanbul’da 3062 kişi düşüyor. Nüfus yoğunluğunda İstanbul’u Kocaeli ve İzmir takip ederken, yoğunluğun en düşük olduğu iller Erzincan (21), Ardahan (19) ve Tunceli (11). Yereldeki eşitsizlikler sadece kır-kent ayrımı ya da nüfus temelli değil; sanayi yatırımlarından ticaret hacmine, gelir dağılımından insani gelişme göstergelerine kadar birçok yapısal sorun yerele özgün ve sorun odaklı çözümlerin düşünülmesini gerekli kılıyor. Bölgesel eşitsizliğin ve yereldeki sosyal eşitsizliklerin çözümü farklılıkları ortadan kaldırmak, tek tip bir yaşam biçimini, üretim modelini dayatmak değil, yerel kaynaklarını harekete geçirerek yerelin kendi sosyo-ekonomik döngüsünü kurmasına önayak olmak, buna yönelik altyapı kurmak.
Yerel yönetimler, yereli örgütlemek, sorunları çözmek ve talepleri karşılamak konusunda çeşitli zorluklarla karşılaşıyor. Bu zorlukların bir kısmı merkezi otorite ve yerel yönetim arasındaki siyasi çatışmadan kaynaklanıyor; özellikle muhalif parti belediyeleri açısından durum oldukça zorlayıcı oluyor. İkinci bir zorluk ise kurumlar arası işbölümünün etkin olmaması ve yine merkez ve yerel arasındaki çatışmadan kaynaklanıyor. Merkez, yereldeki işleyişe sıklıkla bakanlıklar ve mevzuat yoluyla ket vuruyor, hiç olmadı yapılacak işleri bekletebiliyor. Üçüncü bir zorluk merkez ve yerel arasındaki yetki ve bütçe paylaşımına bağlı olarak, belediyelerin sürekli kısıtlanması ya da özkaynaklarını kullanmaya zorlanmasıyla ortaya çıkıyor. Ancak mesele sadece dışsal faktörlerle de ilgili değil; belediyelerin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan sorunlar da var. Yerel yönetimler merkezi siyasetin baskısına maruz kaldıkları kadar parti içi ilişkilerin müdahalesine de maruz kalıyorlar. Önce iktidar, sonra parti, sonra kişisel ağlar derken vatandaşın derdine sıra gelmiyor. Bir taraftan sosyal eşitsizliğe karşı sosyal demokrat prensipleri benimsiyor, diğer taraftan dünya ekonomisiyle eklemlenme sürecinde “marka kent” olmak için piyasacı yatırımlara yöneliyor. Ancak içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamında seçmen, marka kent olmanın sağlayacağı uzun vadeli ve dolaylı getirilerden çok altyapı hizmetlerine, ulaşım maliyetlerine, sosyal desteklere, su faturalarına bakıyor. Seçmen muhalif belediyelerin merkezi yönetim tarafından baltalanmasıyla değil, seçim sonucunda kendisine sağlayacağı fayda ile ilgileniyor. Sırf bu nedenden ötürü bile muhalif partilerin yerel seçimlerde işi kolay görünmüyor.
YERELDEN ULUSALA SİYASİ YANSIMALAR
Etkin bir yerel yönetim için kurumsal ve mali özerkliğin hayata geçirilmesi, yerel yönetimlerin yerelin sorunlarına, toplumsal yapısına, ekonomik kaynaklarına uygun politikalara yönelmesi gerek. Yerel yönetimlerin aynı zamanda yereldeki paydaşları da merkez-çeper, kır-kent veya başka sosyo-ekonomik ayrımlara bakmaksızın dinlemesi ve karar alma süreçlerine dahil etmesi gerek. Bugün İstanbul’un 39, Ankara’nın 25 ve İzmir’in 30 ilçesi var; bu ilçelerin bir kısmı çeperde yer alan kırsal ilçeler. Yerel yönetimde etkinliğin en önemli ölçütlerinden biri kapsayıcı olması ve hizmet ağını tüm toplumsal kesimlere yayması, aynı zamanda bölgesel farklılıkları, yerel dinamikleri tanıyan bir yaklaşımla özgün projeler geliştirmesi toplumsal talepleri hızlı ve yerinde karşılaması gerek. Bugün deprem bölgesinde yer alan 11 ilin sorunları hala çözülmüş değil, temel yaşamsal ihtiyaçlar karşılanamıyor. İklim değişikliğinin etkisiyle birçok şehirde aşırı hava olaylarının artışı afet hazırlıklarını zorunlu kılıyor. Tarımsal üretimin gerilemesi taşrada gizli işsizliğe yol açıyor. Bütün bunlar geleneksel bürokratik mekanizmaların dışına çıkmayı, veriye dayalı, uzun dönem projeksiyonlarla çalışmayı, altyapıda ve kaynak yönetiminde planlama yapmayı gerektiriyor. Buna yönelik planlama ajanslarının çalışmaları, yerel yönetim ağları ve sivil toplum işbirlikleri olsa da mevcut ortamda yerel yönetimlerin bunları ne kadar sahaya yansıtabildiğini söylemek oldukça zor.
Geçtiğimiz seçimlerde muhalefetin özgüvenini artıran en önemli unsurlardan biri 2019 yerel seçimlerinde kazanılan büyükşehir yönetimleri olmuştu. Bunun en somut dışavurumu “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır.” beklentisi oldu, hatta bu beklenti Ekrem İmamoğlu’nun Samsun’da katıldığı seçim mitinginde “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder. İlk kez geleceği gördüler.” ifadesiyle bir adım öteye taşındı. Şimdi İstanbul’u alan Türkiye’yi alamadığına göre, Türkiye’yi kaybeden İstanbul’u alabilir mi?