4 Mayıs 1985, Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in cezaevinde
gördüğü işkencelerin ardından ölümünün 35'inci yıldönümüydü. 6
Mayıs 1972, 1968 hareketinin üç gençlik önderinin; Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın devlet tarafından idam edilerek
öldürülmelerinin 48'inci yıldönümü. İki faşist darbenin sonunda
gerçekleşti her ikisi de.
Fatsa’daki doğrudan demokrasi deneyine, halkın mahalle
komiteleri aracılığıyla belediyeyi doğrudan yönettiği deneye karşı
girişilen Nokta Operasyonu, 12 Eylül darbesinin bir provası olarak
gerçekleşmiştir. Hükümet Demirel hükümetidir, Fatsa’da yapılacak
darbeyi yürütmek üzere de MHP’li Reşat Akkaya’yı Ordu’ya vali
olarak atamıştır. 12 Eylül’ün provasını işte bu koalisyon
yapmıştır. Çünkü Fatsa’da kurulmakta olan geleceğin nüveleri bu
koalisyonun çıkarlarına çomak sokmakta, yeni bir gelecek düşünü,
halkın değil, ihtiyaçların yönetildiği bir siyasal hayali
barındırmaktadır. Demirel’in sözlerinde açıkça dile getirildiği
gibi, korku, her yerin Fatsa olmasıdır.
1971 darbesi, 12 Eylül darbesine giden yol olarak okunur ki
doğrudur. Muhtıra her ne kadar Demirel’in başbakan olduğu hükümet
görevdeyken verilmiş olsa da Demirel’in arzu edip de yapamadığı
şeyler 71-73 ara rejimi döneminde yapılmıştır. 1961 Anayasası’nın
koyduğu hükümeti denetleme yolları kısıtlanmış, dengeleme araçları
olan özerk kurumların özerkliğinde kısıtlamaya gidilmiş toplumun
dinamik güçleri zor araçlarıyla bastırılmaya çalışılmıştır. Gençlik
hareketleri, sendikalar bastırılmış, TİP kapatılmıştır. Deniz
Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idamının TBMM’de oylanması
sırasında şehvetle kalkan sağ eller işte sosyal ve siyasal ve
ekonomik alanda işleyen bu koalisyonun ürünüdür. Bu koalisyonun
gençlik örgütleri olan CIA destekli komünizmle mücadele
derneklerinden, 1965 sonrası Milli Türk Talebe Birliği’nden, faşist
komando yapılanmalarından çıkan ve bugün ülkemizi yönetmekte olan
koalisyonun darbeler konusunda bildikleri, söyleyecekleri ve
yaptıkları çok şey vardır elbet.
DARBE SÖYLENTİLERİ NE İŞE YARIYOR?
Bugünlerde, hükümet her sıkıştığında devreye sokulan, sağ
basındaki darbe-darbecilik analizlerine bakıldığında bunu iyi
görüyoruz. İşi biliyorlar. Türkiye’nin 2000’lerin ortalarından beri
içine itildiği bu söylemin bizzat kendisinin demokratik değil,
darbeci bir zihnin ürünü olduğunu bir kez daha dile getirmek
gerekir. 15 Temmuz darbe girişiminin faillerinin de üreticileri
olduğu bu söylem, daimi bir kriz durumunu gündemde tutarak,
demokratik kanalların kapatılmasında, kriz yönetiminin yetkilerini
dengeleri devamlı bozarak artırmasında ve en sonunda herhangi bir
darbeci gücün elinde tutabileceği kadar yetkiyi
demokratik-katılımcı bir siyasal toplum aleyhine biriktirmesinde
etkili olmuştur.
Saray’ın ve partisinin ‘ulak’ı Abdülkadir Selvi, 6 Mayıs tarihli
yazısında “duyurmuş”: “Ha, bir de sürpriz var. Sadece baroların
seçim sistemi değiştirilmiyor. Mühendis odalarının seçim sistemi de
değiştiriliyor. Mimar ve mühendis odaları, elektrik mühendisleri
odaları gibi mühendis odaları bundan etkilenecek. Onlar için de
nispi seçim sistemi getiriliyor.” Tabipler ise salgındaki
performansları gözetilerek muaf tutulacakmış, öyle diyor ulak
Selvi; tehdidi de bırakmıyor elbette, TTB’nin “savaş bir halk
sağlığı sorunudur” açıklamasına rağmen diyor.
Ankara Barosu’nun Diyanet İşleri Başkanı’nın anayasaca
sınırlanmış görevinin, yani “laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün
siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma
ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen
görevleri”nin dışına çıkarak yaptığı ayrımcılığın eleştirilmesi
karşısında, derhal girişilen yaptırımlar meşruiyetini ve gücünü
nereden almaktadır? Belli ki anayasadan değil.
DARBECİLER NE YAPAR?
Şimdi teknik olarak, sebep ve amaçlarından soyutlayarak, ‘darbe
nedir?’ sorusuna bakalım. Basitçe, demokratik ve anayasal
meşruiyeti haiz olmayan bir gücün anayasal ve demokratik meşruiyete
sahip bir gücü yerinden etmesidir. Dolayısıyla darbelerin üniforma
ve postalın fotoğrafın önünde olduğu biçimde görünmesi zorunlu
değildir. Arkada da olabilir. Formel olarak bakacağımız, demokratik
meşruiyettir. Bu bakımdan, anayasaya aykırı olarak yapılan anayasa
değişikliği ile milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılarak
demokratik yollarla seçilmiş parlamento üyelerinin tutuklanması,
bağlı olduğumuz hukuk düzeninin kararlarına rağmen cezaevinde
tutulması darbe olarak yorumlanmalıdır. Üniversitelerde rektörlük
seçimlerinin Anayasa’da OHAL kapsamında yapılabileceklerin
sınırları gösterilmesine rağmen bir OHAL kararnamesi ile
kaldırılması, muhalif öğretim üyelerinin görevlerinden
uzaklaştırılarak haklarından mahrum edilmeleri, örneğin bir darbe
olarak yorumlanmalıdır. Seçilmiş ve demokratik meşruiyeti haiz
belediye başkanlarının olağanüstü hal düzenlemelerine dayanılarak
görevden alınmaları ve yerlerine kayyım atanmasını da böyle
değerlendirebiliriz. Halkın yararına faaliyetlere girişen
belediyelerin hesaplarının yine yetkilendirme silsilesi belirsiz
bir kararla dondurulması, yasal yardım faaliyetlerinin engellenmesi
belki eski tip darbecilerin bile aklına gelmezdi.
Darbeci gücün temel özelliği, yine “formel olarak”, kendinden
başka bir güç-yetki olmaması yönünde zor politikası izlemesi, kendi
dışındaki bütün siyasal güçleri tasfiye edeceği bir sistem yaratma
çabasıdır. Bu nedenle darbe dönemlerinde emek örgütleri, meslek
örgütleri kapatılır ya da pasifize edilir. Toplumda otorite sahibi
kurumlar, örneğin üniversiteler zayıflatılır ve doğrudan darbeci
gücün denetimine alınarak pasifize edilir, dinamik gençlik
hareketleri, toplumsal hareketler kriminalize edilir. Parlamento ve
siyasi partiler paralize edilir. Yargı organının bağımsız hareket
etmesini engelleyen düzenlemeler yapılır, hak savunucuları üzerinde
baskı kurulur, yargının bir tarafı avukatlar kriminalize edilir.
Bütün bunları tartışacak, tartıştıracak özgür medya ise yok
edilir.
Saray medyasının ulaklarına ve yazıcılarına şu soruyu
samimiyetle soralım: Darbeye neden karşısınız? Bir darbe olduğunda
yapılacaklar zaten mevcut durumda yapılıyorsa, gösterdiğiniz
performansın başka bir anlamı olmalı.
Bu retorik soruya gerçek bir karşılık vermek gerekirse,
demokratik kanalların açılmasından siyasal iktidarın
sınırlanmasından, siyasal topluluğun çatışmalı-çoğulcu yapısının
yansıdığı demokratik karar mekanizmalarının kurulmasından, seçilmiş
belediye başkanlarının görevlerinin başına gelmesinden, muhalif
politikacılara, emek örgütlerine yapılan baskının kaldırılmasından,
özerk kurumların, anayasal statüsü olan meslek kuruluşlarının
varlığının korunmasından, gazetecilerin üzerindeki baskının sona
erdirilmesinden yana olmayan, bunu savunmayan biri darbelere
ilişkin konuşmaya başladıysa bilin ki derdi başkadır. Darbeye karşı
olmak bu gerçeklik düzeyinde, artık sadece biçimsel bir mesele
değil, biçim ile içiçe geçmiş bir içerik ile ilgilidir.