18 Aralık Uluslararası Göçmenler Günü sadece Türkiye’de değil bütün dünyada göçmenleri ve göç yönetim süreçlerini gündeme taşıdı. Her ne kadar çoğu zaman ulusal ölçekte ve genel bir çerçeve içinde değerlendirilse de aslında göçün etkisi en çok yerelde, yerli halk ve göçmenlerin karşılaşmalarında ve yerel yönetimlerin göçmenlere yönelik sosyal uyum girişimlerinde kendini gösteriyor. Bu nedenle göçün ve göçmenlerin siyasi partilerin popülist söylemlerine alet edilmesinden, dış politikada bir pazarlık unsuru, şantaj aracı olarak kullanılmasından öte, yaşadığımız toplumun, kent hayatının güncel ve dinamik bir unsuru olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Bütün bunları anlamak için hem mevcut yasal ve kurumsal çerçeveleri, hem de dünyada ve Türkiye’de yerel yönetimlerin göç yönetimini gözden geçirmek gerekiyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) temel hedefleri göç alan ülkelerdeki baskıyı azaltmak, mültecilerin kendi kendilerine yetmesini desteklemek, üçüncü ülke çözümlerine ulaşımı artırmak, memleketlerine geri dönüşün güvenli ve insana yakışır biçimde gerçekleşeceği koşulları sağlamak başlıkları altında toplanıyor. Bunların hepsi merkezi yönetimlerin sorumluluğunda olsa da özellikle ikinci başlık, göçmenlerin ya da Türkiye’nin durumunda mültecilerin kendi kendilerine yetmesi konusu, bu insanların yaşam alanlarındaki yerleşimi, yaşam koşulları, yerli nüfusla karşılaşmaları ve temel ihtiyaçlarını karşılamaları gibi doğrudan yaşamsal faaliyetleri daha çok yerel yönetimlerin sorumluluk alanına giriyor. Bu nedenle, merkezi yönetim ve yerel yönetimler arasındaki ilişkinin uyumlu ve tamamlayıcı olması, yetki ve kaynak paylaşımının etkin olması, sorunların yerinde ve hızlı bir biçimde çözülmesi için büyük önem taşıyor. Gerek ulusal gerekse uluslararası siyasette göç bir pazarlık konusu olmaktan çok toplumsal değişimin dikkatle ele alınması gereken bir boyutu olarak düşünülmeli. Ancak böyle bir yaklaşımla yerli nüfus ve göçmenler arasındaki olası çatışmalar engellenebilir, göçmenler edilgen ve yardıma muhtaç yabancılar yerine etkin, üretken ve katılımcı bireyler olarak topluma katılabilir. Bu noktada sosyal uyum üzerinde düşünmek, uyum sürecini sorunsuz hale getirecek politikalara da değinmek gerek.
SOSYAL UYUMDAN NE ANLAMALIYIZ?
Her şeyden önce sosyal uyum hem mültecilerin hem de yerli halkın sosyal uyum sürecine dahil edilmesi anlamına geliyor. Bu konuda tek yönlü ve edilgen bir biçimde göçmenlerin yeni katıldıkları topluma doğrudan uyumunu beklemek yerine, gündelik hayatın farklı alanlarını ve göçmenlerin bu alanlara etkin katılımını, katkısını da kapsayacak karşılıklı etkileşim alanları kurmak önemli. Sosyal uyumun en temel bileşeni göçmenlerin sosyal yönden güçlenmesi, dil öğrenmesi, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde sosyal hayata katılması, özellikle gençlerin ve çocukların eğitime ulaşması, toplumsal boyutu dikkate alınarak sağlık ve sosyal korumaya ulaşabilmeleri gerekiyor. Bu temel ihtiyaçlardan yoksun kalan göçmenler hayatta kalma mücadelesi verirken toplumun tamamına yönelik riskler yaratabiliyor. Evsizlik, salgın hastalıklar, eğitimsiz gençlerin ve çocukların olumsuz yönelimleri, ayrımcılık ve dışlanma bu tür toplumsal risklerin başında geliyor. Ancak sosyal güçlenmeyle doğrudan bağlantılı ve hatta sosyal güçlenmenin tetikleyicisi olan bir başka unsur ekonomik güçlenme, yani göçmenlerin vasıf edinme, istihdama ulaşma, kendi işini kurma ya da girişimcilik gibi hedeflerle ekonomiye dahil olması. Yine burada göçmenlere yönelik hayırseverlik, yardım ve desteklerin onları pasifize ettiğinin, ekonomik bağımsızlıklarını, mücadele isteklerini engellediğinin altını çizmek gerek. Son derece sığ, popülist ve indirgemeci “Suriyeliler işimizi elimizden aldı.” söylemleri yerine çalışmanın ve ekonomik bağımsızlığın erdemini göçmen ve yerli toplumun tamamına anlatmak gerek. Sosyal uyumun son bileşeni ise siyasi katılım. Şimdi burada da yine ezberlenmiş “Suriyeliler oy kullanacak.” meselesinden çıkıp vatandaş olmayanların çıkarlarının temsiline ve talepte bulunacakları alanların yaratılmasına odaklanmak gerek. On bir yıllık bir süreç ve nüfusun yaklaşık yüzde 5’lik bir kesiminden söz ederken sosyal statüleri hiçe saymak ve durumu geçici olarak değerlendirmek uzun vadeli bir sosyal uyum sürecini tehlikeye atar. Göçmen nüfusun bir kısmının geri dönüşünden veya üçüncü bir ülkeye yerleştirilmesinden söz etsek dahi bir kısmının kalıcı olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Bu nedenle bütün bunlara yönelik politika yapımında merkezi ve yerel yönetimlerin, kurumların işbirliği, etkin karar alma mekanizmaları, kaynak dağılımında şeffaflık ve en önemlisi planlama ve gözlem işlevlerinin kullanılması daha gerçekçi adımlar atılmasını sağlayacak.
YEREL YÖNETİMLERİN GÖÇ YAKLAŞIMI: DÖRT TEMEL İŞLEV
Yerel yönetimler, merkezi yönetimin dış politika odaklı yaklaşımına kıyasla yereldeki gelişmelere doğrudan hâkim olmaları, bu alanda faaliyet gösteren uluslararası örgütler ve sivil toplum kuruluşlarına kıyasla da politika yapımı ve kaynak yönetiminde, sürdürülecek uyum faaliyetlerinde yetkili olmaları nedeniyle sosyal uyumun anahtar bir aktörü olarak öne çıkıyor. Yerel yönetimlerin göç yönetiminde sahip olduğu bu anahtar rolü ve yetkiyi parti siyasetine malzeme yapmadan, kurumsal çatışmalara meydan vermeden doğrudan hedef kitleler ve sorun odaklı faaliyetler için kullanması büyük önem taşıyor.
Avrupa Şehirler Birliği (EUROCITIES) tarafından yapılan bir araştırmaya göre yerel yönetimler göç sürecinde dört temel işlevi karşılıyor. Bunlardan birincisi göçle ilgili politika yapımı, politika hedeflerinin toplum tarafından anlaşılması ve göçmenlerin politika yapım sürecine katkı sunması. Örneğin Türkiye’deki göçmen nüfusun yaklaşık yarısı beş şehirde yoğunlaşıyor, bunlar sırasıyla İstanbul, Gaziantep, Hatay, Şanlıurfa ve Adana, dolayısıyla bu illerde yerel yönetimlerin politika yapımının hızlı, etkin ve kapsamlı olması gerekiyor. İkinci olarak yerel yönetimler hem yerli halka hem de göçmenlere temel hizmetleri sunmakla yükümlü, bu hizmetlerin ayrımcılıktan bağımsız, kapsayıcı ve eşitlikçi bir biçimde sunulması çatışmayı ve toplumdaki önyargıları engelleyecek bir işlev. TÜİK’in en son verilerine göre Türkiye’de en büyük grubu oluşturan Suriyelilerin yüzde 54’ü erkek, yüzde 46’sı kadın, ancak yüzde 71’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Ayrıca genç nüfus oranı yüzde 19.8, 10 yaş altı nüfus ise yüzde 28,7. Bu rakamlar kadınların, gençlerin ve çocukların hedef kitle olması gerektiğini, bu hedeflere yönelik, eğitim ve istihdama katılımın da birinci politika kalemleri olması gerektiğini gösteriyor. Üçüncü olarak yerel yönetimler istihdam, vasıf edinme ve ekonomik katılım süreçlerini destekleyerek göçmenlerin sosyal uyum sürecini hızlandırabilir. Gençlerin vasıf inşası ve teknik/mesleki eğitim ihtiyacı ile çocukların eğitim ihtiyacı orta ve uzun vadede uyum sürecinde belirleyici olacak ve bu alandaki başarı göç yönetim sürecinin ekonomik maliyetlerini azaltmak açısından büyük önem taşıyacak. Son olarak yerel yönetimler ihale, satın alma ve sözleşmeli işlerinde çeşitliliği destekleyerek farklı grupların ekonomiye katılımını destekleyebilir. Özellikle sosyal satın alma pratikleri dönüştürücü bir etki yaratabilir.
Bugün bütün dünyada göç dalgaları gözleniyor. Bütün dünyada yerel yönetimler kitlesel nüfus hareketliliğine karşı kaynak yaratmak, politika üretmek ve toplumsal düzeni herkes için korumak adına sosyal uyum politikalarını hayat geçirmeye çalışıyor. Dünyanın en fazla göç alan ikinci ülkesi olan Almanya göç yönetimine yıllık 20 milyar euroluk bir bütçe ayırıyor. Başkent Berlin, ilk günden sosyal uyum yaklaşımıyla göçmenlerin barınma, eğitim, istihdam ve kültürel uyum süreçlerine odaklanıyor, bu uyum süreçlerinde kültürel etkinlikler, spor ve mahalli etkinlikler yerli halkla göçmenleri bir araya getiriyor. Berlin’in 2008’den itibaren uçuşlara kapatılan ve artık yeni gelen mültecilerin barınma alanı olan Tempelhof Havalimanı içinde yer alan Hangar 1, mültecilere yönelik spor ve kültürel etkileşim alanı sunan, bu sayede sosyal uyuma katkı sunan bir alan. Avrupa’nın dayanışma başkenti olarak değerlendirilen Barselona’da göçmenlere yönelik politikalarda yerel yönetim, aktivistleri de sürece dahil etti ve göçmen kadın örgütleri, Katolik gruplar, insan hakları grupları, kooperatifler, yurttaş platformları, avukatlar göç yönetimine katkı sağladı. Sokak satıcıları ve kayıtdışı ekonomiyle mücadele için kooperatifler, çalışma izinlerini hem düzenleme hem de kayıt altına alma, formelleştirme için araçsal hale getirildi. Afrikalı göçmenlerin katılımıyla örgütlenen Diomcoop, hem gıda üretimi hem de tekstil alanında faaliyet gösteren, ekonomik katılımın yanı sıra kültürel uyum için de alan açan bir girişim. İtalya’nın Bologna kentinde bir sosyal kooperatif olarak kurulan Lai Momo, mültecilere dönük projelere destek sağlıyor, eğitim, araştırma ve danışma faaliyetleri yürütüyor. Bütün bunlar, yerelde çatışmayı baskılayan ve uzlaşının önünü açan girişimler.
Sonuç olarak etkin bir göç yönetiminin çok aktörlü ve çok boyutlu, interaktif bir politika yapım sürecine dayalı olması gerek. Kamu kaynaklarının gerek altyapı gerekse bütçe ve insan kaynağı açısından sınırlı olması göçmenlerin katılımını zorunlu ve araçsal kılıyor. Yukarıdan aşağıya ve yardım odaklı bir anlayış yerine göç yönetimine göçmenleri de dahil etmek, onları ekonomik ve sosyal alanlarda aktif hale getirmek, katılımcılığı desteklemek bir arada yaşama zemini açısından fırsatlar sunuyor. Sosyal uyum sürecinde ekonomik katılım diğer bileşenler için de tetikleyici oluyor, toplumsal önyargıları dönüştürecek etkileşimler için alan yaratıyor. Sosyal uyumu destekleyen sosyal ekonomi girişimleri, bunları ayakta tutmaya yarayacak sosyal kalkınma bakış açısı, bir arada yaşamanın temel taşları olarak öne çıkıyor. Yakınmak, önyargılar üzerinden ayrımcı söylemler geliştirmek, göçmenlerin azımsanmayacak bir kısmının toplumun kalıcı bir parçası olacağı gerçeğiyle bir an önce yüzleşmek ve buna uygun uyum politikalarını desteklemek gerek.