Yerkürede Türkiye, Soçi, Münih ve ıslahat

Erdoğan, Putin’e üç ülke liderini taşıyacak aracı parmağıyla gösterip “zırhlı mı?” diye sordu. Muhatabı “araç değil, ama bölge zırhlı” diye yanıt verdi. Aksakallı Ruhani’nin de arka planda gevrek kahkahaları duyuldu. Herhalde araç zırhını S-400 hava savunma sistemi, bölge zırhını 1952’de zorla üye olduğumuz NATO ittifakı diye canlandırabiliriz gözümüzde.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Her yıl Münih’te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında ABD ve Avrupa (ile Kanada ve Japonya gibi diğer müttefikler) arasındaki küresel düzen vizyonu ayrımındaki kaygı verici derinlik iyice açığa çıktı. Siyasi hayatının sonundaki Almanya Şansölyesi Merkel ortaklığı hayatta tutacak vizyona sahip ama bunu hayata geçirecek mecali olmayan; onun karşısında ABD Başkan Yardımcısı Pence ise ortaklığın fişini çekmeye niyetli ve bunu yapabilecek erkin sahibi aktörler olarak sahne aldılar.

Sanki genç ABD, yaşlı Avrupa’ya epeydir yerleştiği huzurevinde daha fazla bakılamayacağını, aktif yaşantıya geri dönmesi gerektiğini vurgular gibi. Avrupa ise “eyvallah ama bari başlangıç sermayesini sen koy yahut yine aile işletmesinde ben kasaya geçeyim” der gibi. Müttefikler arasındaki bu tepişmeden, bu tepişmenin yansıttığı yeni düzensizlikten, Rusya ve Çin’in ancak memnuniyet duyacaklarını belirtmek sanırım gereksiz.

Suriye bağlamında da Merkel, tam (ve bence bu defa haklı) bir mantıklı Alman şaşkınlığıyla, Fırat’ın doğusu bu denli önemliyse, çekilme acelesindeki ABD yaklaşımını (mealen) “madem bizi kendi yerinize davet ediyorsunuz, siz neden çekiliyorsunuz?” diyerek sorguladı. Pence’in ilk günkü özellikle İran’a ambargo odaklı azarlarının ardından, ikinci gün podyuma çıkan ABD Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey ise, ABD çekildikten sonra söz konusu bölgenin yeniden Şam’ın egemenliğine girmesine karşı olduklarını belirterek mantıksızlıkta (“üçüncü halin olmazlığı”) yeni bir zirveye erişti. Zaten, Fransa Cumhurbaşkanı Macron da daha sonra, ABD çekilirse Suriye’de kalmaya niyeti olmadıklarını açıkladı.

Bu arada, ülkemizi temsilen Münih’te bulunan Milli Savunma Bakanı Akar bu platformu, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna ilişkin ulusal güvenlik tehdit algısını paylaşmadığı gerekçesiyle (önümüzdeki günlerdeki Vaşington ziyareti arifesinde) ABD’yi diğer müttefiklere şikayet için kullandı. Akar, müstakbel Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) Başbakanı Mesrur Barzani’yle de konferans marjında heyetler arası bir görüşme yaptı. Kendi konuşmalarını da beklendiği üzere “PKK ve terörle mücadele” ile “güvenli bölgeyi Türkiye tek taraflı kurmalı” anlatılarına odakladı. Her yıl katıldığınız uluslararası mimarlar konferansında hep evinizin akan çatısından yakındığınızı düşünün, akan çatıdan yakınacaksanız dahi onun yerine çatı yapımındaki gelişimden, yeni yaklaşımlardan vs. söz edersiniz ki dinlensin. Ama neyse, bunlar hep monşerlik işte…

Akar, IKBY Başbakan adayı Barzani ile görüştü

Mesrur Barzani de Münih’te peş peşe üst düzey temaslarda bulunup, her birini sosyal medyadan görselli paylaşarak “PR yaptı.” Görseller hep aynı (yukarıdaki) toplantı odasından. Oysa AA haberi “Akar Barzani’yi kabul etti” kaydıyla ve fotoğrafsız verdi. Görüşme İngilizce cereyan ettiğine göre, “Kürdistan Bölgesi” “Irak Kuzeyi” ve “Rojava” da “Fırat doğusu” olarak çevrilememiştir. Korkmayın, “Türkiye IKB’yi tanıdı mı yoksa ???”, “Atatürk sağ olaydı bu görüşmeye ne derdi ???”, “o bayrağın o masada işi ne ???” diye sorular zinhar sormayacağım. Diplomasinin her türlüsü acizane makbulümdür.

Soçi’ye dönersek, saygın dış politika analisti Soli Özel’in altını çizdiği üzere orada da “İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Kürtlerin Suriye’nin geleceğinin tanımlanmasının ayrılmaz bir parçası olduklarını söyledi. Kürtler ile PYD arasında bir ayrımı vurgulamadı.” Ortak bildirgenin ilgili maddeleri üzerinde geçen yazımda durduğum için bu defa geri dönmüyorum.

Soçi’de de toplantıdan çıkan liderler arasında, Münih’teki ABD-Avrupa dünya kavrayışı farkının dışa vurulmasını anıştıran kısa bir diyalog yaşandı: Erdoğan, Putin’e üç ülke liderini taşıyacak aracı parmağıyla gösterip “zırhlı mı?” diye sordu. Muhatabı “araç değil, ama bölge zırhlı” diye yanıt verdi. Aksakallı Ruhani’nin de arka planda gevrek kahkahaları duyuldu. Herhalde araç zırhını S-400 hava savunma sistemi, bölge zırhını 1952’de zorla üye olduğumuz NATO ittifakı diye canlandırabiliriz gözümüzde.

IMF’ye gitmez, kendi yağımızda kavruluruz. Varlık Fonu’na Çin’den bir milyar avro tutarında sendikasyon kredisi buluruz. S-400’ü ucuza alır, üzerine nakliye masrafı artı kârımızı koyar Hindistan’a satarız. ABD Nisan’da çekilince, Fırat’ın doğusuna yalnızca ABD’yi değil Astana ortakları Rusya ve İran’ı da karşımıza almak pahasına tek yanlı gireriz. Münih’te rahat edemezsek, Soçi’ye gideriz. AB ile anlaşamadık Afrika’yla, Latin Amerika’yla ticaret yaparız. Sanmam ki öyle bir dünya olsun.

Deneyimli siyasetçi Nesrin Nas geçen çarşamba konuğum olduğu “Dünya Ve Biz” programımda, daha sonra AKP hükümetince uygulaması sürdürülecek 2001 IMF anlaşmasını anlatırken, eş zamanlı olarak AB’yle üyelik müzakerelerinin canlandırılmasının ülkemiz üzerindeki olumlu etkilerini vurguladı. İktisadi, siyasi ve hukuki adımların birbirlerini tamamladığının, eşgüdümlü yürütüldüğünün altını çizdi. Devlette “ıslahat” nedense hep paracıklar suyunu çekince akla gelir zaten.

“Boşa kostaklanma, kostak değilsin” der ya bizim türküde, yahut pek çok kez kullanılan “sırça köşkte oturuyorsan, komşunun evine taş atma” öğüdü vardır bilinen, işte derme-çatma önlemlerle bu yaşlı tekne açık denizlerde yol alamaz ancak kıyı kıyı belirli bir limana kadar yüzer. Orada da kalafata çekmek gerekir. Yetmez, yelkenleri de onarmak gerekir. Yelken basmayıp, forsaların kol kuvvetine abanmak da çözüm olamaz. Üstelik, en zoru ama bir o kadar hayati olan da deneyimsiz mürettebatın zihniyet dönüşümüdür.

Bakınız bizim şenlikli kalafat yerinde neler oluyor: Cizrespor takımı, Antalya Serik Belediyespor deplasmanında darp ediliyor. İçişleri Bakanı Soylu, HDP’li TBMM üyelerini milletin vekili saymadığını söylüyor. Değerli akademisyen Murat Sevinç muhalefete, “HDP’li vekillere ne yapıldığında rahatsız olacaksınız?” diye haklı olarak soruyor. Pekiyi, İçişleri Bakanı Soylu yarın öbür gün, “muhalifleri yurttaştan saymıyorum; onlar illet, ben sadece millete hizmetle mükellefim” derse ne olur? Öyle ya, şiddet tekeli devlette olmak zorunda çünkü.

Şunda anlaşalım: Mesele, “ama ABD’nin/AB’nin hiç mi günahı yok?”, “ama Kandil’i neden eleştirmedin, neden ‘terörist’ demiyorsun?” meselesi değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin hasbelkader yirmi yıl hariciye hizmetinde bulunmuş bir yurttaşı olarak sözümüz herhalde Ankara’ya olmak durumunda. Nereden bakarsanız bakın bütün yollar tamtakır kasaya, siyasal çözüm bekleyen Kürt meselesine, tarihin imbiğinden geçen siyasi düzenimize yön ayarına ve güçlükle parçası olduğumuz uluslararası güvenlik mimarilerinin işlevsel kılınmasına çıkıyor.

O kapılara çıkacak aklı yine değerli Sevinç’in anımsattığı gibi “1909’dan, 2017 yılındaki anayasa halkoylamasına dek toprağımızda güçlü olan, her zaman ‘meclis’ olmuşken” şimdi nerede arayabileceğiz, nasıl egemen kılacağız, tartışmayı nasıl oraya çekebileceğiz, kestiremiyorum. Muhtemelen o viraj, neredeyse kıtlığa varan bir gıda krizi, borçların çevrilememesi, Suriye’de çakılı kalmak ve çakılı kalınan zeminin de çamura dönüşmesi gibi pek çok gelişmenin kısa vadede üst üste gelmesiyle alınacak. Öyle olmasa, hiç değilse bu defa, bir defa olsun, yapısal sorunlarımızın üzerinden kendi aklımızı kullanarak, düşüp kalkmadan karşılıklı konuşarak gelebilsek daha hayırlı olacak. Zira, yerkürenin sağlık raporu da parlak değil.

Tüm yazılarını göster