Yerleşmek, göçmek ve kaybolmak
Antakya bir yönüyle Ankara’da. Hayat devam ediyor sanki, tutunma uğraşı yas ile birlikte gidiyor. Bedenleri Ankara’ya yerleşmiş. Kendilerine yabancı ama alışmak da ve zamanla yerleşmek de olası...
Ülker Şener
Bir yere ne zaman yerleşilir, ait hissedilir? Nerelisin dendiğinde nasıl cevap verilir? Diyarbakır’dan geldik, Dersim’den, Sivas’tan, Çorum’dan, Yozgat’tan… depremle birlikte Antakya’dan, Maraş’tan, Adıyaman’dan, Malatya’dan… Bazen göçülen, geride bırakılan yer yerleşilen yerdir. Oradan hiç gidilmez ve göçülmez. Aradan yıllar geçer, yine orada olunur. Yıllar geçer ama nerelisin sorusunun cevabı değişmez. Sonraki nesillerde “Ankara’da doğdum ama bizimkiler şuradan gelmiş” cümlesi duyulur, gelinen yer unutulmaz. Kök oradadır bir biçimde. Bir yerli olmak için kaç neslin orada yaşaması gerekir? Hangi olaylar orada geçmeli, çocukluk anıları ve bunlara eşlik eden insanlar yeterli mi ya da oraya dair hayaller kurmak? Bir yere yerleştiğimizi ya da bir yerden göçtüğümüzü nasıl anlarız? Ne eşlik eder bunlara?
İnsanın tarihi göçler üzerinden bir anlatıya da sahip. Bir taraftan yaratmak ve keşfetmek için durmaya, dinginlik içinde çalışmaya ve yerleşmeye ihtiyaç duyulurken diğer yandan şu veya bu nedenle göçe, alt üst oluşlara. Göç bir taraftan zorunlu iken en çok da dışarıdan gelen bir zorunluluk... Diğer taraftan heyecan vericidir de, yeniliğe dair bitmek bilmez bir tutku belki de… Elbette göç ile yerleşmek birbirlerine karşıt değildir. İnsanların çoğu, belki de tamamına yakını yeniden yerleşmek için göç ediyor. Bulunduğu yerde yerleşemeyenler ya da yerleşmesine izin verilmeyenlere kalan şey yollara düşmek oluyor. Kendileri düşmüyorsa birileri zorunlu kılıyor.
Türkiye’de göç genelde kendiliğinden olmaz, yerleştiğin yerden göçmen gerekir, zorunlu bir göçtür bu, geriye dönüşü zor olan, bir nevi yolları kapatılan ve yeni neslin bilincinde ancak atalarının anlatılarında kendine yer bulabilen bir göç. Birey olarak yaşamasan da atalarının acısını hissedersin: ayak seslerini, yola düşmelerini ve yürümelerini içinde duyarsın, itaat etme zorunluluğunun beraberinde getirdiği utancı taşırsın, hayır demenin yarattığı korku, hayır demenin sonuçlarının diyelim, belleğine işler. Geçmiş tüm nesillerin ağırlığını taşırsın üzerinde. Bazen de bir felaket söyler göç etmen gerektiğini, felaketin yarattığı yıkım ve acı zorunda bırakır. Zorunluluktan yola düşersin, göçersin, artık orada olman, oraya sığman ve kalman mümkün değildir. Şubat depremlerinde olduğu gibi. Yuva yıkılmıştır, yıkılan bir ev değildir, içinde yemek yenilen, sıcaklığı hissedilen, çoğu zaman- ne yazık ki her zaman ve herkes için değil- ama çoğu zaman güven hissedilen yer çökmüştür. Sevilenler ölmüştür ve o an için kalanların yapılabileceği en iyi şey uzaklaşmaktır. Yola düşersin, yolun sonunda neyi bulacağını tam bilmeden sadece tahminler yürüterek. Göç etmek gitmekten farklıdır bu nedenle.
Elbette Kürt göçü ile şu an ki göçün nedenleri farklı, etkileri ve etkilenenler farklı ama bu göçleri farklı kılan niteliklerinden biri de gidilen yerin sana dair söyledikleridir. Nasıl karşıladığıdır. Zorunlu göç kaybolma ile el ele gitti. Yoksulluk, evsizlik, kimsesizlik, horlanma ve dışlanma, evlerini açan insanlar pek yoktu, yemeğini paylaşanlar da, sokaktan beslenenler, sokakta çalışan çocuklar, sokakta ölenler ve kaybolma. Yoksulluğun kendisi ve açık şiddet belki hemen değil ama usulca bütün anıların üstünü örter. Neden orada olduğunu bir süre unutturacak kadar seni o an’a bağlar. Yoksunluk ve kimsesizlik kendi içine alarak bireyi kaybeder. O döneme tanıklık edenler bu kayıplara da tanıklık etti.
Şubat göçü farklıydı bu yönüyle. Şubat göçünde kaybolma yerleşik olan yerde yaşandı. Molozlarda bulunmayan cenazeler, 40 gün sonra bulunan uzuvlar, kimliği belirsiz insanlar, gazetelere yansıyan rakamlara göre gömülen 5 binden fazla kişinin bir adı yok, numarası var sadece. Adı olmayanın geçmişi de olmuyor. Kaybolanların sayısına dair resmi bir bilgi yok, bildiğimiz 1 yıl sonra ölmüş kabul edilecekleri. Muhtemelen ölümden daha acı verici bir şey varsa o da kaybolma, yakınında birisinin kayıp olduğu duygusu. Kayıp olmanın beraberinde getirdiği belirsizlik, her şeyin mümkün olması, belki uzanabileceğin ama uzanamadığın, bilmediğin bir yerde acı çekme ihtimali ve elinden gelenin olmaması. Aranıp bulunmayana dair herhangi bir bilgiye sahip olmamak. Nerede, iyi mi, öldü mü, öldüyse nasıl, ne yaşadı, bedeni nerede sorularına cevap verememek? Ağır bir duygu. İşte bu ağır duygunun dağılması için molozlarda bekleniyor, ilanlar veriliyor, bir lisenin önünde yıllardır oturuluyor-oturuluyordu.
Bazen göç edilir ama dönülecektir. Niyet dönmek olsa da dönüş her zaman mümkün olmaz. Bazen dönmenize izin verilmez, toprağa çoktan el konulmuştur, ev yıkılmıştır. Ancak her şey çöküşe gittikten sonra belki izin verilir, ki bu da hep bazı koşullara bağlıdır. Hiçbir zaman güvende hissetmezsin tam olarak. Her an birileri gelip emekle yarattığın dünyayı yok edebilir. Bazen ise kalırsın sadece, dönmezsin, yerleşilecek bir yer bulmuşsundur.
Ankara deprem bölgesinden en fazla göç alan yer. Antakya Ankara’ya yerleşmiş. Ama Antakya’nın havası suyu taşınmadan. Sadece tek tek insanlar. İnsanın ancak mekanıyla, o mekanda akan zaman ile var olduğunun, diğer insanlarla etkileşim içine girebildiğinin ve kendisine dair olanı yarattığının kanıtı sanki. Biran özeniyorum, bir Antakya mahallesi kurulsa diyorum, batıda örneklerini gördüğümüz Çin mahallesi gibi… evet gettolaşma diyeceksiniz ama belki de değildir. Salt yoksunlukla yoğrulmadığı sürece gettolaşmanın her zaman olumsuz olduğu da söylenemez. Nefes alınan, güvenli bir sığınak da olabiliyor. Hoş Türkiye’de buna izin verildiği de görülmemiştir. Gazi Olaylarına (1995) ve ardından diğer mahallelere yayılan müdahalelere, Ülker Sokakta (1996) yaşananlara bakmak bunun için yeterli. Uygun görülen normalin dışına çıkmak 8. büyük günah olarak yazılmıştır deftere.
Evet Antakya bir yönüyle Ankara’da. Hayat devam ediyor sanki, tutunma uğraşı yas ile birlikte gidiyor. Yaşlı kadın, depremden hemen sonra Ankara’ya gelmişler, ölüler toprağa verildikten sonra. Çocuklar gidelim demiş, o da gelmiş. En acı verici soru “neden ben hala yaşıyorum?” “Kardeşlerim ölmüşken, torunlarım, komşularım ben hala neden yaşamaya devam ediyorum?” Çoğumuzun belki de çeşitli vesilelerle kendimize sorduğumuz sorulardan. “Yanı başımdaki insanlar birer ikişer azalırken ben hala neden buradayım” cümlesi rahat bırakmaz kolay kolay. Onu da bırakmıyor. Bir süre sonra döneceğim diyor. Orada olmak ve orada ölmek istiyorum diyor. Yerleşmenin bir başka adı ölmek belki de… Gömülmek isteyen insanlar için mezar neredeyse yerleşilen yer orası. Benimsenen, rahat edilen ve uyunan. İnsanın yerleştiği yer rahat nefes aldığı yer galiba, yabancılık çekmeden dolaştığı, kaybolma riski taşımadan sokaklarını arşınladığı, kendisi olduğu, gizlenmediği ve başka bir hüviyete bürünmediği… Gençler kalacak gibi, çocuklar var, çocukların okulu bitsin öyle döneceğim diyenler çok…. Bedenleri buraya Ankara’ya yerleşmiş. Kendilerine yabancı ama alışmak da ve zamanla yerleşmek de olanaklar arasında duruyor. Göçmek ve yerleşmek iç içe gidiyor. Kök salacaklar mı? Çocukluk anılarına kim nasıl tanıklık edecek? Hoş metropol yaşamıyla birlikte böylesi bir tanıklık yok galiba. Videolar ve fotoğraflar anıları belgeliyor, başkalarının anlatısına ihtiyaç kalmamış da olabilir.
Ankara deprem öncesi bir orta Anadolu kentiydi. Sivas’tan, Çorum’dan, Yozgat’tan gelenlerin çoğunluğu oluşturduğu bir kent ve şimdi Antakya eklendi. Her gelen kente kendinden bir şeyler katıyor, ona dair olan. Zorunlu göçler batıdaki kentlerde değişim yaratmıştı, en çok da yerel seçimlerde hatırlanan bir değişim, ardından hızla unutulsa da ve yokmuşlar gibi davranılsa da. Bakalım Antakya Ankara’da nasıl bir değişim yaratacak, hangi zamanlarda hatırlanacak?