Ülkede kime sorsanız dizi sektörünün sorunlarını bilir. Basında,
sosyal medyada sürekli yer alan popülist birkaç argümanı sıralayıp
durur. Lafa gelince herkesin bu sektörde meslek erbabı, icracı
olanlardan daha çok lafı vardır. Bir yandan ne kadar zararlı ne
kadar pespaye bir iş sahası olduğu söylenir bir yandan da pırıltısı
herkesin gözünü alır, çalışanların iyi kazandığı efsanesi dilden
dile dolaşır.
Bütün bu alacalı bulacalı manzaranın altında ise bir türlü temas
edilemeyen kocaman bir sınıfsal mesele yatar. Aslında kültür
endüstrisi personellerinin, yani kültür işçilerinin hangi sınıfa
dahil olduğu tartışması uzun bir süredir, çok dolaşımda olmasa da
devam etmekte. Biz bu konuyu daha ziyade güvencesiz ve esnek
çalışma, geleceksizlik başlıkları altında duyuyoruz.
Kültür işçilerinin hiç bitmeyen kaygı halinin, gelecek söz
konusu olduğunda plan yapmakta zorlanmasının, artık meslek
hastalığı haline gelmiş olan anksiyete ve panik atağının temel
sebebi güvencesiz ve esnek çalışma koşulları, evet. Bitmek bilmeyen
yorucu bir hareket hali, bir mesleğe ya da bir iş yerine kök
salamamanın sancısı, başlasa bile birden bire iptal olup olmayacağı
belli olmayan projelerin yaratığı kronik hayalkırıklığı, olumsuz
rutinlerin getirdiği bitmeyen karamsarlık, kimlik sorunları, en
kötüsü de yaşananları anlamlandıramama hali… Liste kabarık.
Neyse ki iktisadi literatür, bahsettiğim istikrarsızlık dağının
sakinlerine güzel bir isim bulmuş: Prekarya. Bu isimlendirme,
1980’lerden itibaren ray değiştirmiş dünya ekonomisinin yarattığı
yeni hayata dair kilit tuğlalarından biri. Modern hayat matematiği
ve ritminin ortaya çıkardığı ‘prekarya’ yerküredeki yüzbinlerce
yeri, insanı ve hayatı birbirine bağlama gücü olan kültür
endüstrisinin ise yapıtaşı.
FORDİZMDEN FİNANSALLIĞA GEÇİŞ
Wikipedia’ya göre prekaryanın anlamı şöyle: “20. yüzyılda
tanımlanmış bir çalışan sınıfı. Ağırlıklı olarak bilişsel-yaratıcı
sektörlerde görünen, sınırlı-kontratlı, yarı zamanlı, proje bazlı
sözleşmeler ile işgücü piyasalarına iş yapan sınıf. Tanımlanmadaki
esas etken, sürekli iş güvencesi ve sürekliliği bulunmayan işlerde
çalışan bir sınıf olarak görülmesindendir.”
Ancak bu anlam, kocaman tarihi bir serüvenden gelmekte. İletişim
Yayınları’ndan çıkan, Ali Artun’un derleyip sunduğu “Sanat Emeği,
Kültür İşçileri ve Prekarite” adlı kitaptan referansla konunun
kısaca hikayesine de girmek gerek. Dünyaca ünlü otomotiv şirketi
‘Ford’un kurucusu Henry Ford’un adıyla müsemma bir şekilde anılan
‘Fordizm’ adlı sistemden, günümüzün yerli dizi sektörüne kadarki
noktaları birleştirmeden, güncel problemleri hakkıyla anlayamayız.
Özellikle kültür işçilerinin verdiği zorlu hayat mücadelesinin
nedenleri, birleşen noktalar üzerinden değerlendirildiğinde daha
net ortaya çıkacaktır.
Yolculuğumuz 1980’lerin de öncesine, 1900’lerin başına doğru…
Henry Ford’un, yürüyen bant teknolojisini sistematize etmesi ve
sanayi üretiminde yeni bir çağ başlatması toplumsal anlamda da
büyük bir dönüşüme neden oldu. Bu dönüşüm ‘Fordizm’ adıyla
reçeteleştirilerek bir yaşam kültürüne dönüştü.
Fordizm devlet, siyaset, ekonomi hattında yeni programlar ve
uygulamalar dayatarak, kitlesel bir üretimi tüketebilecek
olanaklara ve zamana sahip olan, barınma, eğitim, sağlık gibi temel
ihtiyaçları sağlanan; piyasanın yıpratıcı etkileri karşısında
korunan, siyasal ve ekonomik olarak örgütlü (sendikalı), güvence
içindeki çalışanlar kesimini temel alan bir ‘refah devleti’
öngörmekteydi.
1980’lere kadar dünya işçileri, refah devleti kriterleri içinde
çalışırken sonrasında başlayan esnekleşme ve güvencesizleşme, 40
yıl içinde neredeyse her ülkenin normali haline geldi. Bunun öncesi
sermayenin ve şirketlerin dizginlenerek emek, sermaye ve iktidar
arasındaki ilişkilere devletin müdahale ettiği, korumacı ve
düzenleyici bir dönemdi. Sonrasında sermaye yapılanmasında meydana
gelen değişiklik -finansallaşma ya da sermayenin hareket
kabiliyetinin artması denebilir- her şeyin değişmesine neden oldu.
Şirketler yeryüzü üzerinde pazardan pazara, ülkeden ülkeye,
sektörden sektöre hareket edip durmaya başladı: Büyüyüp
küçülüyorlar, birleşip ayrılıyorlar, bugün bir işe yarın başka bir
işe girişiyorlar…
Sermayenin geçirdiği bu karakteristik değişim, artık içinde
yaşadığımız toplumsal sistemleri son derece esnek, eğreti, gelip
geçici, riskli ve güvencesizdir hale getirdi. Emek dünyası da
bundan nasibini aldı elbette. Emek niteliksel bir dönüşüm geçirdi.
Emekçiler bir işten diğerine savrulmaya başladı. Sabit bir iş,
sabit bir hayat, sabit bir ücret hayal oldu. Herkesin her an işi
değişebilir, herkes her an işinden olabilir hale geldi.
ÖNGÖRÜLEMEZLİK VE YERLİ DİZİ SEKTÖRÜ
Türkiye’nin yukarıda bahsettiğimiz, değişen dünya ekonomisine
entegrasyonu aslında 1980 darbesiyle birlikte başladı denebilir.
Turgut Özal’ın hükümet projeksiyonu ile bu yola tam anlamıyla giren
ülkemizde, 40 yıl boyunca sermayenin üzerinde devlet denetiminin
adım adım yok oluşuna şahit olduk. Özellikle 2001 krizinden sonra
IMF tarafından Türkiye’ye reçete edilen finansallaşmaya, yani
sermayenin engel tanımadan dolaşabilmesine ve istediğini
yapabilmesine izin veren yöntemler, Kemal Derviş tarafından
başarılı şekilde uygulandı.
AK Parti hükümetinin seçilmesiyle birlikte ‘kalkınma’ ve
‘istihdam’ adı altında, Kemal Derviş politikaları devralındı, vahşi
kapitalizmin önündeki bütün yasal engeller kaldırılarak çalışan
kesim prekaryalığa mahkum edildi. Her ne kadar 2000’lerin başında
prekaryalık, ‘freelance çalışma’ adıyla parlatılıp bize
pazarlanmaya çalışılsa da pulları çabuk döküldü. Piyasa ve hayat
şartları karşısında çırılçıplak ve savunmasız kalınca, gerçeği
maalesef acı bir şekilde anladık.
Yerli dizi sektörünün büyümesi IMF reçetesinin uygulandığı
2000’li yıllara denk geldi. Denk geldi demek yanlış olur, belki de
direkt para politikalarının kendisiyle ilgiliydi bu büyüme. Zira
dizi, film ve reklam yapım şirketlerinin temeli, prekarik çalışma
prensibine dayanmakta. Başka ülkelerin dinamiklerini tam olarak
bilmemekle beraber, Türkiye’de kültür işçiliği geçici ve güvencesiz
karakteristiğini doğrudan buradan almakta.
90’lı yıllardan önce TRT tekelinde olan dizi üretim süreci,
90’larda özel tv kanallarının açılmasıyla hareketlenmeye başladı.
İşin içine reklam gelirleri girince TRT’nin kriterlerinden çok
uzakta, bol izlenecek ve para edecek içerik üretmek dizi tv’de
sektörleşmenin önünü açtı. Dizi yapımı da bu sektörde yerini aldı.
Öyle ki seneler içinde kendi başına kocaman bir fabrikaya dönüştü.
2000’li yıllarda ise bağımsızlığını ilan edip, yurtdışına dizi
ihraç ederek ve binlerce kişiye istihdam sağlayarak, dev haline
geldi.
YERLİ DİZİ SEKTÖRÜNDE PREKARYA OLMAK
Türkiye’deki kültür endüstrisini son yıllarda dizi sektörü
domine ediyor. Büyük sermaye gruplarına ait ulusal kanallar,
sırtını akşam saatlerinde yayınlanan yerli yapımlara dayamış
durumda. Ülkenin büyük bir bölümü de bu dizilerin karşısında
saatlerini harcıyor. Dizi sektörü, zaman zaman siyasal ve sosyal
gündemi belirleyecek kadar etkili hayatımızda. Ülke kimliğimizin
hem içerdeki hem de dışardaki yapıtaşlarından biri haline gelmiş
durumda.
Böylesine büyük bir üretim ve tüketim sistemi, karlılığının
büyük kısmını, bünyesindeki prekaryalar sayesinde elde ediyor. Dizi
sektörünün prekaryalara sunduğu en büyük şey ise belirsizlik,
öngörülemezlik ve emek sömürüsü. Aylarca hazırlık yapılan projeler,
projelerin hayata geçmesi için zamanını bilinmez bir yayın tarihine
yatıran senaristler, oyuncular ve set emekçileri, tam yayına
başlayacak derken iptal olan diziler, iptal olan işten dolayı
kaybedilen zamanın tazminini hiçbir zaman karşılamayan yapım
şirketleri, biten işin yerine aylarca iş bulamayanlar, sigorta
primleri yatmayan insanlar, telif hakları gasbedilen yaratıcılar,
köleliğin hukuki adı olan kelepçe sözleşmeler, düzenli gelirden ve
iş güvencesinden mahrum bir işçi sınıfı…
Kanallar ve yapım şirketleri, böyle kötü şartlarda insanları
çalıştırma cesaretini ise devlet denetiminin sektördeki yokluğundan
alıyor. Hiçbir yasa ya da cezai hüküm endişesi altında olmadan,
sadece kendi karlılıklarını baz alarak sermayelerini hareket
ettiriyorlar. Sektör çalışanları ise içinde yaşadıkları insanlık
dışı şartların nedenini, nasılını bile anlayamayacak kadar yorgun,
kafası karışık ve endişeli.
Kuralsız bir gladyatör arenasında, aslanlara karşı hayatta
kalmaya çalışan kültür işçileri olarak nasıl mücadele vermemiz,
çözüm olarak nasıl formüller aramamız gerektiği ise kocaman bir
problem olarak önümüzde duruyor. Fakat problem tanımını ve
hikayesini doğru konumlandırmak, tartışmaların hakkıyla yürütülmesi
için ilk şart. Prekarya sınıfının matematiği, davranış
alışkanlıkları, duyguları ve endişeleri diğer iktisadi sınıflardan
farklılık gösterdiği için bilindik örgütlenme pratiklerinin, bu
topluluktan beklenen sonuçları alamaması ise çok normal. Dağınık ve
öngörülemez karakteriyle prekaryanın, kendine has başka dokunuşlara
ihtiyaç duyduğu bilgisiyle yola çıkmak, insani şartlara sahip
olabilmek için artık kaçınılmaz bir zaruret.