Son yıllarda üniversiter hayatta, hatta geniş okuryazar kamuda
çok yaygınlaşmış olan bir söylem var: “Yerli sosyoloji” söylemi.
Bir takım sosyologlar ve okuryazarlar “yerli” olduğunu iddia
ettikleri bir sosyolojiden mütemadiyen bahsediyorlar. Sosyolojinin
yerli olmadığını, Batı kaynaklı olduğunu bu nedenle de Türkiye’nin
dertlerine deva olamadığından söz ediyorlar. Aslında bu söylem
tamamen de yeni değil. Türkiye’de sosyoloji geleneği içinde çok
eskiden beri olan bir tartışma. Ama son dönemde elbette bu iddia
sahiplerinin üniversitede çok daha egemen hale gelmeleri nedeniyle
çok daha güçlü bir biçimde gündeme geliyor.
Aslında Türkiye’de sosyoloji veya diğer disiplinler genellikle
modernleşme sürecinde Batı’dan geldikleri için böylesi bir
“yerlilik açığı” eleştirisine de açıktırlar. Bunun temel nedeni
bilimsel disiplinlerin bile belli tarihsel, toplumsal, politik,
kültürel özellikleri bünyelerinde taşıyor olduğu gerçeğidir. Ayrıca
sosyolojinin de, ülkenin ekonomisine paralel bir şekilde ithal
ikameci ve acentecilik şeklinde gelişmiş olması da bu yerlilik
söylemini provoke etmektedir. Bu ithal ikameci ve acenteci düşünme
biçimleriyle ilgili daha önce yazmıştım zaten. Ayrıntısına bu
yazıda girmek istemiyorum. İthal ikamecilik ve acentecilik
ifadelerinin kesinlikle bir hakaret, aşağılama içermediğini sadece
bir saptama olduğunu, benim de böylesi bir gelenekten geldiğimi
itiraf ederek kanıtlayabilirim sanırım. Yani bu konular benim
gerçekten çok sevdiğim konular ve bunları her kanattan
meslektaşımla konuşuyorum, tartışıyorum.
Bu yazıda ele almak istediğim ise meselenin başka bir boyutu. Bu
söylemi üreten meslektaşlarımın Türkiye’de sosyolojinin
yapılanmasına dair eleştirelliklerini anlamakla birlikte vurgulamak
istediğim çok can alıcı bir gerçek şu: Sosyolojinin bu “yerli”
sürümünü bir türlü yeterince göremiyoruz, tecrübe edemiyoruz,
okuyamıyoruz. Çünkü bence bu mesele öncelikle akademik, entelektüel
bir mesele değil.
Bu tartışmayı tam olarak anlayabilmek için dibindeki sosyolojik,
hatta sınıfsal olanı da gözden kaçırmamak gerekiyor. 1980’lere
kadar Cumhuriyet’in ürettiği akademik kadrolar büyük ölçüde
sosyolojik, sınıfsal bir üniformite taşıyorlardı. Genellikle
laikleşmiş orta ve üst sınıf kadrolardı. Oysa 1980’lerden sonra
kırın, geleneğin, dindarlığın kamusallaşmasıyla birlikte öncekine
göre yeni bir sosyolojik, sınıfsal taban üniversiteye erişmeye
başladı. Bu çok önemli bir değişimdi ve bunun üniversitenin
bizatihi yaptığı işe yansımaması mümkün değildi. Bu değişimin doğa
bilimlerine, mühendisliğe, tıbba nasıl yansıdığını ben bilemem.
Ancak beşeri alanlara çok ciddi bir etki yaptığını öğrenci ve hoca
olarak toplam 36 yılımı geçirdiğim Türkiye üniversitelerindeki
şahsi gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim.
Uzun lafın kısası bu “yerlilik/yerlicilik” söylemi öncelikle
akademik, epistemolojik, metodolojik olmaktan çok öncelikle
politik, sosyolojik ve sınıfsaldır. 1980’lerden sonra yetişen
sosyologların ilk kuşak sosyologlardan, kendi hocalarından farklı
olduklarının altını çizme arzusunun bir tezahürüdür. Hatta bu
sosyolojik ve sınıfsal arzunun Cemil Meriç’in kullandığı anlamda
bir ideolojiye dönüşmüş halidir. Ki bu yeni kuşak genelde daha
muhafazakâr, daha İslamcı, daha sağcı bir sosyolog kuşağıdır.
Ben 1990’lardan beri sürekli terennüm edilen “yerli sosyoloji”
söyleminin en azından henüz kendini haklı çıkaracak, dişe dokunur
herhangi bir şey ürettiği kanaatinde değilim. Bu kadar yaygın ve
güçlü söylemin yaklaşık 30-40 yıl içinde beğenmediklerinin
karşısına bazı kitaplarla, tezlerle kısacası üreterek çıkması
gerekirdi. Başka bir deyişle bu söylemin yaygınlığına uygun bir
paradigmatik dönüşüm gerçekleşmedi. Bunun da benim yukarıda öne
sürdüğüm iddiayı doğruladığını düşünüyorum. Çünkü mesele öncelikle
bilimsel, akademik, epistemolojik değildi.
Bu yaklaşım aynı zamanda ilgili okuryazarlık dünyasında Batı
hakkındaki negatif koşullanmışlığın bir tezahürü olarak da
değerlendirilebilir. Yerli sosyoloji söylemiyle keskin bir
Doğu/Batı ayrımına yaslanmanın açmazları aynıdır. Sürekli şikâyet
ettikleri, hatta kendilerini biraz da bu örgütlü şikâyet kültürüyle
kimliklendirdikleri ama maalesef beğenmedikleri, hatta nefret
ettiklerinin karşısına en azından onunla karşılaştırılabilecek pek
bir şey koyamadıkları bezdirici bir nakarattır yerli
sosyolojicilik. Ben bu konuda hiçbir zaman peşin hükümlü olmadım.
Akademik ve entelektüel müktesebatım sanırım bunun kanıtıdır.
Gerçekten, ama gerçekten “yerli sosyoloji” ürünlerini okumak,
onları derslerimde konu etmek, çalışmalarımda onlardan alıntı
yapmak isterdim. Ama onlar yeterince yoklar.
Değerli sosyologlar artık şunu kabul edelim. Sosyoloji bir
bilimdir. Hatta sosyoloji toplumun doğa bilimidir. Dolayısıyla
yerli üroloji ne kadar mümkün ise, yerli sosyoloji de o kadar
mümkündür. Tüm diğer modern bilimler gibi sosyoloji de Batı’da inşa
edilmiştir. Ama bir kez vücuda geldikten sonra artık herkese
aittir. Tıpkı hepimizin cebindeki akıllı telefonlar gibi. Yerli
sosyoloji veya yabancı sosyoloji yoktur. Kaliteli sosyoloji ve
kalitesiz sosyoloji vardır. Türkiye’yi daha fazla tema edinen veya
daha az tema edinen sosyoloji vardır. Hatta biraz had zorlama
pahasına şöyle bile denebilir: Sosyoloji olan ya da sosyoloji
olmayan vardır.
Bu anlamda muhafazakâr, İslamcı, sağcı sosyologların Batı’yla ve
hatta bence kendileriyle sorunlarını çözmeden bırakın “yerli
sosyoloji” gibi bir iddiayı gerçekleştirmek, sosyolojiye asgari
düzeyde bir katkı sunmaları mümkün değildir. Dediğim gibi keşke
olabilse. Bu arada solcu sosyologların sosyolojiye daha fazla katkı
sunuyor olmaları onların solcu olmalarıyla ilgili değildir. Solcu
sosyologlar alanın temel kriterlerine, geleneklerine daha
hâkimdirler. Genel olarak bir sosyoloji mefhumuna sahip olmaları,
alanın hakkını daha fazla verebilmelerine neden olmaktadır.
İthal ikameciliğin, acenteciliğin panzehiri yerlicilik değildir.
Yerli sosyoloji söylemi büyük ölçüde akademik dünyadaki bir
politik, sosyolojik, sınıfsal mücadelenin sloganıdır. “Sizin
hegemonyanız eskidendi, artık burada bizim borumuz öter, çünkü bir
daha kalabalığız” demenin ikamesidir sadece. Ancak bilimsel,
entelektüel, akademik hegemonya oyla olamıyor. Öncelikle üretmek,
daha iyisini üretmek, en iyisini üretmek gerekiyor.
Bütün enerjilerini bir ömür boyunca bu nafile söylemlerle
geçiren ama maalesef bu yoğunlaşmaya karşılık gelebilecek pek bir
ürün ortaya koyamayan orta yaş ve üzeri yerli sosyoloji meraklıları
için yapılacak pek bir şey olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Ama
kendini aynı mahallede varsayan genç sosyologlara bir tavsiyem
olabilir. İşinizin, mesleğinizin, eğitiminizin hakkını verin.
Memleket sevginizi, işinizi daha iyi yapmaya çalışarak
gösterin.