Yeşilçam: N'aşk, n'entrika ve sektörde Lale Devri
Yeşilçam yeni sezonda üstüne koymuş diyebiliriz. Mekân çeşitliliği sağlanmış, öyküdeki karakterler olgunlaşmış.
Blutv'nin sevilen yapımı Yeşilçam yeni sezonuyla seyirci karşısına çıktı. Beş bölümü birden yayınlanan dizi yapımcı Semih'in macerasını sürdürüyor. Yeni sezona geçeceğim fakat öncelikle Yeşilçam'ın nasıl bir malzemeden beslendiğine kısaca değinmek istiyorum.
BİR ZAMANLAR YEŞİLÇAM'DA
Yönetmen koltuğunda Çağan Irmak'ın oturduğu ve Çağatay Ulusoy gibi popüler bir isme başrol verilen Yeşilçam 60'larda sinema sektörümüzün zirveyi gördüğü bir dönemde geçiyor. 60'lar gerek İstanbul gerek ülke geneli için ilginç bir dönem... Büyükşehirlere rağbetin arttığı, Haydarpaşa Garı merdivenlerine tahta bavulların bırakılıp denizle karşılaşıldığı, belki biraz "seni yeneceğim İstanbul" dedirten bir dönem. Söz gelimi 62 yapımı, senaryosu Atilla İlhan'a ait Ver Elini İstanbul filmi de o akından ilham almış, kışkırtıcı bir başlık atıp ibretlik bir sonla, İstanbul ile ekmek kavgasını örtüştürerek bitirmiş öyküsünü... Yeşilçam ise konu aldığı cenah itibariyle şehrin toplumsal dokusuna farklı açılardan yaklaşıyor. Örneğin gayrimüslim vatandaşların baskılar sonucu ülkeden sürülmesi eğlence ve ticari merkezli semtlerin demografisini değiştiriyor dolayısıyla "İstanbul'un göbeği" söylemi de anlamını güncelliyor. Öte yandan kentte işçi hareketleri varlık gösteriyor ve az buçuk sinemaya da yansıyor kıpırdanma. Yeşilçam dizisi işte böylesi bir siyasal arayış sürecini anlatıyor. İki kutuplu dünyada, soğuk savaşın gölgesinde rota aranırken sektör zirvede! Senede 300-400 film çekiliyor. O meşhur "set içinde set" kurulan, aynı anda iki-üç film çekilen yıllar... Sinemayı, yapımcılar meta ve teknikerler bir tür işçilik biçiminde ele alarak belli anlatı kalıpları doğrultusunda fabrikasyon yoğuruyor, yine yıldızlar vasıtasıyla pişirip halka sunuyorlar. Setler fabrikayı, yapımcı ofisleri ve stüdyolar tezgahı andırıyor. Tabi idealler, sinema büyüsüne kapılanlar, toplumla iletişim olanağı sağlayan bu sanat dalını siyasi propaganda aracı sayanlar eksik olmuyor. Yıldız olma heveslileri, şaşalı hayat düşkünleri gırla... Menajerler, sinema yazarları, fırsatçılar...
Sinema salt vizyona giren filmle değil kendine has dünyası, sosyal ağıyla da İstanbul'un kültürel yaşamına etki ediyor. Sektörün buluşma noktaları, eğlence mekânları, sokak başlarında, pasajlarda dönen dedikodular vs. Irmak dizisinde Yeşilçam'ı bir tarafı boş bırakmadan, ince eleyip sık dokuyarak, perde önünü ve arkasını oldukça basit bir öyküye yedirerek anlatmaya çalışmış ve büyük ölçüde başarmış. Öyle ki Yeşilçam'ın hiçbir zaman kendine yeten bir ekonomiye kavuşamadığı, yapımcıların taşıma suyla değirmen döndürdüğü o güç koşullar aktarılmayı hak ediyordu. Zaten dizideki esas çatışmada, yapımcı Reha (Yetkin Dikinciler) ile Semih (Çağatay Ulusoy) bu türden bir çekişmenin orta yerinde karşı karşıya geliyorlar böylece ekonomik bağımsızlık sorunu bir kez daha hatırlanıyor.
BAĞIMSIZ FİLM ÇEKMEK, İYİ SENARYO YAZMAK
Yeşilçam dizisi aşk entrika siyaset üçgeninin yanı sıra "bağımsız film" meselesine eğiliyor. Hatta baş kahraman Semih Ateş sinema sevgisiyle dolu, meslekte pişmiş, işin ticari yanına hakim fakat para kazanmaktan başka şeyleri de önemsemekte. Örneğin iyi film çekmek, öykü anlatmak... Ve dizi bu noktada "nitelikli öykü" sorununa yaslanıyor. Bu iki başlıktan ilerlemek istiyorum. Bağımsız film bugüne dek tanımlanmaya muhtaç bir çizgide çalındı kulağımıza ve daima kafa karıştırdı. Sineması (dün ve bugün hâlâ) yeterince gelişmemiş ülkemizde bağımsız sinema genellikle anlaşılmak istendiği gibi anlaşıldı: Derdi olan film... Aslında evet, yapımcı Semih'in başarmak istediği bu! Semih Ateş basmakalıp düşüncelerden, kopya senaryolardan sıyrılıp bir derdi, derinliği olan, büyülü bir film çekmek istiyor.
Oysa bağımsız filmin tanımı "tekellerden bağımsız" olmasına dayanıyor. Yani sektör var, sektörü himayesine almış tekeller var ve "arta kalanı toplayalım" endişesiyle, şüphesiz "yeni bir sinema dili yaratma" iddiasıyla etrafta dönen küçük yapım şirketleri var. Küçük dediysem butik anlamayın, mini minnacık sayılmazlar ve hatta tekele meydan okuduklarına göre büyümeye niyetlenmişler. Bağımsız filmin, baştan sona ekonomik göstergeler doğrultusunda biçimlenirken romantize edilerek içeriğe, niyete, iyi iş merakına bağlanması politik bir aldatmaca... Semih'in yanıldığı ancak tersine çevirmek için canını dişine taktığı nokta da bu ya! Bağımsız bir film çekmek istiyor, ticari kaygı gözetmeden... Piyasa kurdu Reha'dan özgürlüğünü kazanmaya, siyasi baskıdan sakınmaya, sansürden geçmeye çalışıyor fakat bu uğraş saf bir sinema sevgisi üzerinden doğrulmuyor. Bu bir masal... Ticaretin belirlediği bir düzende kâr etmeyen bir masal neden dinlensin? Semih'in masalı da uzun süre dinleyici bulamıyor. Hapse düşmenin eşiğine gelen Semih türlü dalaverelerden sonra hani talihin de yardımıyla toparlıyor ve masalını paylaşma olanağına kavuşuyor. Peripetiea!
SENARYO FABRİKALARI VE ÖYKÜDE MAKİNELEŞME
Yeşilçam'da dikkat çeken bir diğer nokta iyi senaryonun, öykü anlatma becerisinin neredeyse çölde vaha gibi bir anlam kazanması... Durum o denli vahim ki devletin ve sektörün sol görüşü yadsıma çabasını aşan sosyalist senaristler filmlere sızabiliyorlar. Dizinin ilk sezonunda Vedat Türkali'yi andıran bir senaristi izledik mesela. Üstelik Turgut hapisten çıkar çıkmaz eski dostu Semih sayesinde kendine bir iş ve ev buluyor buna karşın kimliğinden ödün vermiyor, komünistliği sürdürüyordu. Turgut'un öykü anlatma becerisini "insanı tanıma" haline yorabiliriz. Dönemin üretken senaristleri de halkın içindeler fakat bir özgünlük sorunu dikkat çekiyor. Atilla Dorsay, Engin Ayça ve Nezih Coş'un sorularına cevap verdiği 73 tarihli bir söyleşide yani henüz sıcak yıllarda, iyi gözlem yaptığı, kahvelerde senaryo yazdığı bilinen Bülent Oran Yeşilçam'daki anlayışı şöyle özetliyor: "Ben çoğunlukla ısmarlama yazdığım için konu ve teklif genellikle yapımcıdan geliyor. Ayrıca yerli romanlar dışında elimizin altında binlerce kitap var. Örneğin. Hollywood'un bir film için eserine milyonlar verdiği bir Harold Robbins romanı, bizde yirmi lirayla alınabiliyor. Bütün mesele onları bizim toplumumuza adapte etmek... Kolay görünmesine rağmen tehlikeli bir iş." (1)
Oran ve dönemin Erdoğan Tünaş, Safa Önal, Sadık Şendil gibi senaristlerinin türlü zorlukları gözardı etmemek kaydıyla "ısmarlama iş" yaptıklarını vurgulayabiliriz. Türkali'yi ve dizideki Turgut'u farklı kılan ise örtük yahut açıktan bir amaca hizmet etmeleri: Toplumu aydınlatmak ve başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenleri bilinçlendirmek.
Öyleyse Yeşilçam'ın ilk sezonunda, 60'lar sinema dünyasını bir yapımcının çatışması üzerinden başarıyla aktardığını, kahramanın yolculuğunu doğru bir eksene oturttuğunu, yine yan öyküsünü senaryo sorununa ayırarak önemli bir yere işaret ettiğini söylemek mümkün. Sektörün ekonomik bağımsızlık, öykü kurma ve sansür gibi temel sorunlarına değinen öte yandan star sisteminin işleyişi vasıtasıyla çekişmeleri, kıskançlıkları, çevrilen dolapları sergileyen bir yapım Yeşilçam.
2.SEZON: YAPIMCI ATEŞİ BURJUVA YAPRAĞINI TUTUŞTURURSA
Yeni sezon 69 yılında açılıyor. Diziyi bıraktığımız sahne üzerinden dört yıl geçmiş, krizin inceden hissedildiği sektörde yeni ortaklıklar kurulup yeni ihtiraslar filizlenmiş. İngiltere'den getirilen televizyonun geleceği değiştirmesine kesin gözüyle bakılıyor. Sinemacılar için yaşam film enflasyonunun ardından bir sete dönüşürken nefes alınan her an bir sahne adeta, her şey abartılı, gece gündüz cümbüş! Tabi bu dönem kuvvetli bir hippi rüzgârı esiyor. İlk sezon karşımıza çıkan bar işletmecisi Erol bile modaya ayak uydurmuş, müşteriyi artık renkli ve isyankar gömlekleriyle karşılıyor. Ancak ilginçtir, solun toplumsallaşmaya başladığı, gençlik hareketinin yükseldiği bir süreçte politik karakterler erezyona uğramış. Turgut mesela... Turgut komünistliği kenara bırakıp kıskançlık gibi zaafları ağır basan bir Yeşilçam senaristine dönüşmüş. Solu ise dizide geniş yer verilen zenginler ve hippiler temsil ediyor!
Yeni sezonda eski dostu ve kayınbiraderi Hakan (Bora Akkaş) ile karşı cephelere savrulan Semih'i evli-çocuklu görüyoruz. Tülin (Afra Saraçoğlu) sinemadan uzaklaşarak geri plana çekilmiş. Derin devlet ve siyaset figürleri değişmiş, birileri gidip birileri gelmiş. Politikaya atılan eski askerler, Yahudi düşmanı kodamanlar, orayı burayı eşelemekle görevli istihbarat şefleri Yeşilçam dünyasına heyecan katıyorlar. Fakat dizide esas renk, bu cümbüşe, hippi eğlencelerine ve hatta burjuva sınıftan gelmesine rağmen sol etkinliklere dahi sponsor olan biri: Gazel... Bige Önal'ın canlandırdığı bu karakteri tek kelimeyle tarif edecek olsak sanırım "eksantrik" deriz. Hani Türkçe karşılığını falan aramaz, aykırı ifadesine başvurmayız çünkü Gazel karakteri halihazırda bir öykünmeye ve yozlaşmaya denk düşüyor.
Elbet koşullar Yeşilçam filmlerindeki tesadüfleri aratmayacak şekilde olgunlaşıyor ve çok geçmeden Gazel ile Semih arasında alevler yükseliyor, çevredekilerin gözünü acıtacak dumanlar tütmeye başlıyor. Aşk, tutku, kuru yaprağın makus talihi yahut ateşin doğası... Artık ne derseniz, size kalmış. Ardı arkası gelmeyen sevişme seanslarının eşlerini aldatan bu iki genci nereye sürükleyeceği meçhul... Çünkü Gazel'in asilzade pozları kesen kodaman kocası Ekrem Semih'e ortak olunca işler iyice karışıyor. Dizide dikkatimi çeken asıl mesele zenginlerin ihtişamlı yaşamlarının ötesinde sola duydukları ilgiyle öne çıkmaları. Hadi Gazel kendine eğlence aradığından, tabiatı gereği yalnızlığa dayanamadığından çevresine ne kadar aykırı varsa topluyor ama Reha Bey'in kolejli kızına ne demeli? O da düzenden rahatsız. Üstelik Gazel gibi işin dalgasında değil, politik kitaplar okuyor. Yani o dönem üniversiteleri isyan ateşi sarmış, ABD büyükelçisi Komer'in arabası yakılıyor, Taylan Özgür Beyazıt Meydanında katledilip Vedat Demircioğlu yurt penceresinden atılıyor. Tüm bunlar yaşanırken solu sponsorlukla gerçekleşen bir etkinliğe, bir zengin eğlencesine indirgemek ne kadar doğru? Yeşilçam'dan bakıldığında öyle mi görünüyor? Sormak lazım.
YEŞİLÇAM'IN LALE DEVRİ
Senaryosunu Levent Cantek ile Volkan Sümbül'ün birlikte kaleme aldığı Yeşilçam yeni sezonda üstüne koymuş diyebiliriz. Mekân çeşitliliği sağlanmış, öyküdeki karakterler olgunlaşmış. Erotik sahneler ve uyuşturucu kullanımının işlendiği bölümler artarken ilk sezonda arka planda sessizce işlenen siyaset damarı bu kez görünür kılınmış ve çarpıtılarak hippi gösterilerine bağlanmış. Daha renkli bir sezon ama sanki Yeşilçam'dan uzaklaşılmış gibi bir görüntü var. Gerçi o yıllarda Yeşilçam'ın dahi kendisinden uzaklaştığını (70'lerde mali anlamda çözüldüğünü, yıldızların gazinolarda sahneye çıkıp sektörün ilkin erotik komedilere ardından pornografiye yöneldiğini) hesaba katarsak belki bu durumu dahi normal karşılamalıyız! Yahut şöyle düşünmek de mümkün: Yeşilçam son sezonuyla sektörün Lale Devrini anlatıyor.
Dipnot
1. https://www.tsa.org.tr/tr/yazi/yazidetay/224/senaryo-yazari-bulent-oran%E2%80%99la-bir-konusma