Yeşilçam, sen yaşamaya bak kardeşim!
"Sen Yaşamaya Bak", Yeşilçam'a "işine bak kardeşim" demiş bir film olarak "Netflix-biz yandık siz yanmayın" klasöründe çoktan yerini aldı. Yeşilçamseverler ise böyle imitasyonları hak etmiyor.
"Hababam Sınıfı"ndan pinti okul sahibi olarak tanıdığımız Muharrem Gürses'in ağırlığı köy temalı melodramları vardır, girişinde mendil dağıtıldığı rivayet edilen yahut tüm bir yerli sinemaya damga vurmuş bazı meşhur sahneler... Bu sahnelerde çoğunlukla kadın bazen de adam öksürür, mendilinde kan görülür. Bir tepeden aşağı koşarak inenleri de sıklıkla seyrederiz. Kadın ellerini iki yana sallaya sallaya, gözyaşları içinde koşuşturur; tepede yalnız kalan erkek başını öne eğer, hafif yan çevirir gölgelenen yüzünü, kaşlar çatılır... Bu filmler, bu sahneler... Hepsi şu sıra bir Netflix yapımında yeniden doğuyor. Tabii bunu iyi mi anlamalı, orası biraz karışık!
Hakan Bonomo’nun yazıp Ketche adıyla tanınan Hakan Kırvavaç'ın yönettiği, başrollerini Aslı Enver, Kaan Urgancıoğlu ve çocuk oyuncu Mert Ege Ak'ın paylaştığı "Sen Yaşamaya Bak", Netflix'te yayınlandı. Beş ay ömrü kalan Melisa'nın oğlu Can'ın geleceğini düşünerek zengin ve hödük bir adamla sevgili olma sürecini işleyen film, öyle başlamakla beraber öykü ilerledikçe bambaşka (aslında çok tanıdık) bir noktaya sürükleniyor. Dilersiniz ilkin filmin konusunu aktaralım.
BURUKLUĞUN FORMÜLÜ ÇOK AÇIK: BEŞ AY ÖMÜR, GENÇ VE GÜZEL KADIN, YAKIŞIKLI ZENGİN, BİR DE ÇOCUK!
Bir restoranda garsonluk yapan Melisa'yı (Aslı Enver) muayene odasında, önündeki deftere karalamalar yaparken görürüz. Hekim beş ay ömrü kaldığını söylemiştir, canı sıkkındır. Odadan çıkıp yürür. Bu görüntüler üzerine dış ses "hayat dolu" Melisa'nın aklından geçenleri bir çırpıda bildirir seyirciye. Melisa, babasız büyüyen oğlu Can'ı (Mert Ege Ak) kime emanet edecektir? İş arkadaşı Fatoş'un (Ezgi Şenler) "baba adayı bul" zorlamalarını ısrarla reddeden Melisa oğluyla bir kafede sipariş verdikleri esnada kaba davranışlar sergileyen Fırat'la atışır. Fırat (Kaan Urgancıoğlu), bisiklet üreticisi, zengin ve gözde bir bekârdır. Melisa, Fırat'ın kapağını süslediği iş dünyası dergileri birkaç kez karşısına çıkınca daha fazla dayanamaz ve onu tavlayacağını söyler arkadaşına... Kararını da işaretlere uymak şeklinde gerekçelendirir.
Bir barda "tesadüfen" tanışıp, bir iki tatlı sert sürtüşmenin ardından sıcak bir ilişki kurarlar. Can ise günlerinin çok dar bir çevrede geçmesi ve tek arkadaşının annesi olması gibi sebeplerden dolayı hayatına yeni bir figür girmesine öfkelense de zamanla alışır ve onu muzipliklerine ortak etmeye başlar.
SAADET GÜNEŞİ: 4 SÜPER TESADÜF BİRDEN!
Şimdi işin bol spoiler içeren kısmına geleceğiz! Haliyle filmi biraz çekiştirmek gerekiyor. Olay örgüsünden başlayalım isterim. Fakat öncesinde filmdeki örgüye "benzer işler" etiketiyle paylaşılabilecek kadar benzeyen meşhur bir sahne var. Video paylaşım sitelerinde yer alıyor, sosyal medyada zaman zaman önümüze düşüyor(*). Yine de izlemeye üşenenler için sabrınıza sığınıp sahneyi uzun uzun anacağım.
Film, Nejat Saydam'a ait "Saadet Güneşi", 1970'de çekilmiş. Sahne ise şöyle... Hülya Koçyiğit'in canlandırdığı Semra, Murat Soydan'ın canlandırdığı Faruk'tan hamiledir ancak araları açıktır. O da doğacak çocuğuna soyadını vermesi için babacan bir adam olan Cemil'le nikâh masasına oturmuştur. Taraflardan biri "evet" der, sıra diğerine geçtiğinde Semra'nın annesi çıkagelir, ateş edip evliliği bozar. Kızının yaşlı adamla evlenmesini istemiyordur. Çünkü yaşlı adamla bir geçmişi vardır, kendi gençliğini mahvetmiştir Cemil... Tesadüf bir! O esnada Faruk çıkagelir. Semra'nın annesi bir iki sayıklamıştır ama tam anlamıyla öğreniriz ki Cemil, Faruk'un babasıdır. Tesadüf iki! Faruk, sert bir ses tonuyla 'nayır nolamaz' makamından itirazda bulunur. Elbette gerçek açıklanır. Semra hamile olduğu için Cemil'le evlenmektedir, kötü bir niyetleri (aşk meşk vs.) yoktur. Tam bu esnada Cemil rahatlar, nikâh masasına eş adayı olarak oturan kadın artık gelin adayıdır. Bu kez anne hıçkırıklara boğulur. Semra, Cemil'dendir ve bu durumda Faruk ile Semra kardeştirler. Tesadüf üç! Semra kardeşinden hamile olduğunu anlayınca yıkılır. Ortamdaki herkes şaşkınlığa ve derin bir kedere kapılmış, işler rayından çıkmıştır. Cemil ise keyiflidir hatta katıla katıla gülmektedir. Neşesini ise şöyle açıklar. Kızına kavuştuğu için mutludur ancak kardeşlerin aşkına üzülmez. Neden üzülsün'dür! Faruk'u bir yaşında evlat edinmiştir. Tesadüf dört!
“Öyleyse haydi nikâh masasına” moduna geçilir. Faruk ile Semra'nın mutlulukları önünde mani kalmamıştır. Aslında kâğıt üstünde Faruk Cemil'in nüfusuna kayıtlıdır, Semra ise henüz geçmemiştir kütüğe. Yani evlilik gerçekleştiğinde yasal olarak iki kardeş evlenmeyecektir. Cemil gelini olan kadına "öz babalık" yapacak, aynı soyadı paylaşılacak, böylece Faruk açısından güveylik hissiyatı da ortadan kalkacaktır. Bir taşla iki kuş dedikleri! Sahnenin saçmalığı ise bu ilginç çözümün ötesinde annenin kızı Semra'ya silah doğrulttuğu sıra zirveye çıkar. Silah tutukluk yapınca Semra ölümden dönmüştür. Her şey bir yana neden kızına silah sıkmak ister bu anne? Evliliği engellemenin tek yolu kızı mı öldürmektir? Ayrıca asıl derdi Cemil'le değil midir? Yönetmen büyük ihtimalle bu aşırı öfkeye ve yöneldiği yere dikkat dahi etmemiştir.
OLAY ÖRSÜGÜSÜNE GİRİŞ: İKİ TESADÜF VE MÜNASEBETSİZ BİR ÇIKIŞ NOKTASI
Daha fazla uzatmayacağım. Çoğunuz denk gelmişsinizdir "Saadet Güneşi"ndeki bu ilginç sahneye ve bu kadar anılması da gerekli midir, şüpheli... Öyleyse bu şüpheye denk düşen bir şüpheyi de "Sen Yaşamaya Bak" filminin çekilmesi yönünde duyamaz mıyız? Sadece soruyorum! Kırvavaç'ın filmi, şematik basitliği ve öyküsel sığlığı bakımından "Saadet Güneşi"nin ilginç ve bir o kadar saçma Meksika açmazından farksız bir görüntü sunmakta. Elbette o kadar girift ilişkiler söz konusu değil, dört tesadüf yerine iki tesadüfle iş görülüyor. Buna karşın esas açmazın, melodramlarımızdaki baş açmazımız olan "üç ay ömür kalması" hali olduğunu da belirtelim. Üstelik film açılırken Melisa, bu filmlerle dalga geçercesine beş aylık ömür ifadesine "üç ay olmasın o" diyerek karşı çıkıyor. Bu türden bir giriş seyirciye acaba dedirtiyor. Acaba gerçek anlamda alternatif bir beş ay mı izleyeceğiz? Çok geçmeden hevesimiz kursağımıza diziliyor ve süre zarfının filmdeki tesadüflerin oturması maksadıyla uzatıldığını anlıyoruz. Belli ki üç aya sığmaz bu kadar tesadüf deyip iki ay da bonus vermişler!
Bu çıkışın peşi sıra iki tesadüf geliyor. İlki sadece Melisa için anlamlı, daha doğrusu biz anlamını çok sonra teslim ediyoruz. İkinci tesadüf seyirciye açıklama babında... Düğümleri çözen cinsten ve Melisa'nın içini döküp rahatlamasını da sağlıyor. İlk tesadüf dışarıdan şöyle görünüyor: Ölmek üzere bir kadın var. Çocuğu kime emanet edeceği muamma... Arkadaş(lar)ı da demek ki bu anlamda sorumluluk sahibi sayılmaz... Akla gelmediğine göre... Kara kara düşünürken bir adama rastlıyor Melisa. Adam tam "zengin piçi". Hırslı, çevresine duyarsız, onunla konuşmak, iletişim kurmak bir barın gürültülü ortamında konuşmaya benziyor! Seni duymaz, duyar görünür; anlamaz anladığını iddia eder. Tabiİ bu adam (Fırat), Can'a da kötü davranıyor. Çocuğun yemek istediği keki kendisi alıyor, Can'a kalmıyor falan... Melisa bu kaba saba adamın başarı hikâyesinin basıldığı dergi kapağını alışveriş yaptığı büfede birkaç kez görüyor ve kararını veriyor: Onu tavlayacak.
İlk tesadüfü biz her şeyden habersiz gariban seyirciler, bir “göze kestirme” olarak okuyabilsek dahi ikinci tesadüf tam anlamıyla saç baş yolduranından... Şimdi sıkı durun: Meğer Can'ın babası Fırat'mış! Daha ne buyrulur! Olaylar geçmişte şu sırayı takip etmiş. Barda başlayan bir "günah gecesi", Melisa ailesini karşısına alıyor. (Ailesinin anlatıda hiç geçmeyişini, tüm bağların koparıldığını buradan anlıyoruz) Oğluna acıklı bir hikâye anlatıyor. "Baban bir gün tuvalet kâğıdı almaya gitti, bir daha dönmedi" diyor. "Öldü" diyor. Çocuk bu yüzden annesi de olur olmadık bir vakit tuvalet kâğıdı almaya çıkmasın diye evdeki tuvalet kâğıdı hiç bitmesin istiyor.
DURUM TRAGEDYASI, MELODRAM
Kavramlara girecek değilim. Öyleyse bu başlığı neden attım? "Durum" meselesi ilgimi çekti... Televizyon için ortaya atılan "sitcom" tabiri nasıl kabul gördüyse "durum melodramları" ifadesini de anabileceğinizi düşünüyorum. Ruhbilim komplekslerle ve daha başka biçimlerde açıklıyor tragedyaları. Travmatik olaylar ve belki erkle kurulan ilişkilerin politik alt yapısı, ekonomik bağlayıcılığı tragedyaların kökenini anlamlı kılıyor. Modern melodramlarda ise ruhsal açıklamalardan beslenen bir kökenin ötesinde gündelik yaşamdaki köleliği (ücretli köleliği) meşrulaştıracak işlevsel durumlar var. Yani tragedyalardaki ibretler alabildiğine işlevsel bir taraf kazanmış. “Şükret, ölüm var” düzlemi yerini “ölüyorsun, şükret ki ölüm var” haline bırakmış.
Bu işlevsel durumları ise "kalıp tahtası" gibi ele alabiliriz. Usta (senarist) betonu dökmek için kalıbı çakıyor, işi bitince söküyor. Başka bir inşaatta kullanıyor ve ağacın izleri yeni yapının harcına da yansıyor. Sıva atılıyor, boyanıyor, çeşitli görünümler kazanıyor yapılar. Üç ay ömür kalmasını bu işlevsel durumlara örnek verebiliriz. Yeşilçam'da da görüyoruz: Her filmde başka yollardan işleniyor ama izler hep aynı... İşin ilginci, bu izlerin günümüze değin taşınması yani başka bir anlamda, kalıp çakmaya ayrılan tahtaların ne hikmetse hiç çürümeyişi... Beş aylık ömür, babanın yıllar sonra bulunması, geçmişin serseri eşine/flörtüne kendine yeniden âşık etme çabası... Bu kalıplar, bu işlevsel durumlar "Sen Yaşamaya Bak"n temelinde yer almaktalar...
İÇERİĞİN İŞLENİŞİ YA DA BETONUN KALİTESİNE DAİR BAZI SORUNLAR
Günümüzde bu tür Yeşilçam kalıpları kullanılabilir elbette kimse kalkıp "şu filmi şöyle yazamazsın, şöyle çekemezsin" diyemez. 'Demokrasi var'ın ötesinde bu anlatılar, basit olsun, çetrefil olsun insanlığın tarihsel birikiminin çıktılarıdır ve insanlar her dönem benzer dertleri yaşıyor. İnsanlık Yeşilçam şartlarından ne kadar ileriye gitti ki mendil dağıttıran filmlerden vazgeçilsin ama bu noktada 'el insaf'a başvurmak suretiyle içeriğin iyi dizilmesi yönünde bir talepte bulunabiliriz. Mantık hataları en aza indirilir, "ben bu kalıpların hizmetindeyim" diye bas bas bağıran karakterlerdense, ne bileyim sıradan delikli tuğlalardansa ytong falan kullanılabilir. Benim cebimdeki kâğıt para dönüp dolaşıp senin cebine girmez mesela! Ama nerede!
Tiplere bir bakalım... Fırat, zengin, ukala! Melisa, fedakâr anne... Can, yumurcak, afacan, pıtırcan... Çocuğu lütfen şu melodi eşliğinde canlandırın: "Dıt dıtdırıt dıt dıt dıttıt dırıt dıt! Fiuuu fiuuu fiuuu (x2)" Fatoş deseniz çeyrek performans Suna Pekuysal... Bu ucuz karakterlerin yanı sıra olayların bir çırpıda akması inandırıcılığı zedeliyor.
Filmin dönümü sayabileceğimiz Melisa'nın Fırat'ı kendine âşık ettiği kısım basit bir "Boğaz'ın serin sularına atlama" mevzusuyla geçilmiş. Adeta hile yazıp geçmişler... Bu kısım böyle geçilince uyum bozuluyor ve filmin kırılma noktaları da sarkıyor. Örneğin Fırat'tan asıl direnç ilk yarıda, "kolay âşık olmama", "yola gelmeme" noktasında beklenirken ikinci yarıda ve Yeşilçamvari engellerle karşımıza çıkıyor. Tabii bu çabuk âşık olma meselesini gerekçelendirmek mümkün. Fırat serseri yaşantısından sıkılmış, kendisine diş gösteren ilk kadına vuruluyor. Yerseniz! Yerseniz çünkü kadın diş falan da göstermiyor! Neyse Fırat ikinci yarıda, Melisa'nın öleceğini öğrenince ilişkiyi sarsıntıya sokmak adına "demek her şey Can'a baba bulmak içindi" kafasına giriyor. Zaten bu "hastanede, yaklaşan ölümü öğrenme" sahnesi de o kadar tanıdık ki... Odadan çıkan hekim açıklama yapıyor falan. Hekim yaşlıca... Acilde yaşlı hekim ne arasın? Orta yaşlısı zor bulunur! Hem o odanın bir adı vardır, "sarı oda" derler, ikincisi kimse çıkıp açıklama yapmaz. Bir refakatçi alınır içeri, o hastanın başında durur.
Ayrıca acile gitmişliğimiz var, bir sedyeyi beş kişinin sürdüğünü görmedim hiç! Acile değil de onkolojiye mi götürdüler acaba? Gerçi filmde kadının kanser olduğuna dair bir ifade geçmiyor. Hadi bunları da geçtik diyelim. Asıl mesele şu: Takdir edersiniz ki Fırat gibi bir adam (ya da herhangi bir adam) ansızın değişmez, karayken ak olmaz. İlk karşılaştıkları sahneyi hatırlayalım. Adam çocuğun almak istediği keki satın alıyor, iştahla ısırıyor, mekândan çıkınca çöpe atıyor. Saf kötülük yahu! Saf çıkıntılık, ukalalık... Ne derseniz deyin... Bu adam bir anda nasıl ideal baba adayına dönüşüyor? Çocukla yakınlık kurmaya çalışmalar falan. Diyelim Melisa'ya âşık oldu, aşk onu ehlileştirdi, tamam... Fakat Can ile bu kadar iyi geçinmesi, daha doğrusu Can'ın bütün aksiliklerine göğüs gererek iletişim kurmaya çalışması ne ölçüde anlaşılır? Bu adamı madem dönüştürecektiniz, bari keki çöpe attırmasaydınız! Keke yazık oldu!
Gerçek hayatta karşılığı olmayan ve Fırat'ın tek kullanımlık dönüşümünden öte daha trajik bir görüntü sunan öykümüz ise Melisa'nın hiç dönüşmeyişi... Yani aslında Fırat'ın beş ay ömrü kalsa bir anda karakterini ters yüz edebilir, yaşantısında devrime falan kalkışabilir fakat hepi topu beş ayı kalan Melisa sadece oğlu Can'ı düşünüyor. Fedakâr anne amenna... Ama o kadar mı? Yani bu kadının tek görevi bir restoranda çalışıp babasından habersiz oğlunu mu büyütmek? Baba da geldiğine göre artık ölebilir yani, doğru anlamış mıyız? Çok basit bir örnek verelim. Bir erkek müşteri var, sürekli sözlü tacizde bulunuyor. "Canım" diyor restorandaki garsonlara, tacizkâr bir vurguyla... Melisa'nın burada bile canına tak demiyor, onu ilerleyen sahnelerde yine beyaz atlı prensi Fırat savunuyor! Hayır arkadaş, beş ay ömrü kalan bir kadın ne kadar korkuya ve gelecek kaygısına kapılırsa kapılsın böylesine tepkisiz kalmaz! Akla mantığa sığmıyor bu boyun eğiş... Bu kadına kölelik mi öneriliyor? Melisa öleceğini öğrendikten sonra aşırı dram yapmıyor, bir kenara çekilip sık sık ağlamıyor belki ama hayatı da olağan temposunda sürdürüyor. Bu doğal bir ısrar sayılmaz. Kaş yapayım derken göz çıkarılmış. Yaklaşan ölüm filmden rol çalmasın, odaktaki duygu yaşama sevinci ve hayata devam etme motivasyonu olsun istenmiş, nedir ki ayar tutturulamayınca ortaya bir garabet çıkmış.
* *
Garabeti tamamlayan karakter ise Can... Çocuk karakterler romantik komedilerde, melodramlarda "sanat filmleri"nin aksine belli bir amaca hizmet ederler. Romantik komedilerde zorluk çıkarırlar, melodramlarda ortada kalır, bir açmazın tarafı kılınırlar. Can da filmde zorluk çıkarıyor ancak çıkardığı zorluklar anlatıda hiçbir yere bağlanmıyor. Annesiyle Fırat'ın yemeğe çıktıkları sahnede yangın sensörünü çalıştıracak kadar şımarık bir çocuk olmasına karşın kısa sürede sevimli sıpaya eviriliyor. Büyümüş de küçülmüş tavırları yetmezmişçesine Fırat'ı test ettiği sahne akıllara zarar. Bir beyaz eşya dükkânının vitrinine taş atıyor, esnaf başlarına toplanınca da Fırat'a "baba" diyor. Fırat ne yapsın, çocuğu kaptığı gibi kaçıyor. Bu nasıl bir babalık testi anlayışı? Çocuk şımarıklığı ile izah etmek dahi güç...
Sözü daha uzatmak mümkün fakat gereksiz... "Sen Yaşamaya Bak", Yeşilçam'a amiyane tabirle "işine bak kardeşim" demiş bir film olarak "Netflix-biz yandık siz yanmayın" klasöründe çoktan yerini aldı... Yeşilçamseverler ise böyle imitasyonları hak etmiyor. Kesinlikle!
*https://www.youtube.com/watch?v=lb8E6rZUnzE&ab_channel=g%C3%BClboncuk