Aynı anda dünyanın birçok ülkesinde insanların sokağa dökülmesine şüphesiz tesadüf gözüyle bakamayız. Zaten çeşitli ülkelerin nüfuslarının hatırı sayılır kısmını eyleme yönelten güdülerin, tepkilerin, taleplerin büyük ölçüde benzeştiği görülüyor. Ekonomik eşitsizlik, yolsuzluk ve -genellikle ikisinin birden sebebi veya aracı olarak görülen- iktidar gaspı ve hukuksuzluğun yolaçtığı isyanlarda ortak tema, Ahmet İnsel’in Birikim/Haftalık’taki yazısında işaret ettiği üzre, “yeter artık!”: “Aralarındaki önemli farklara rağmen, bu halk hareketlerinin hepsi ortak bir ruh halini ifade ediyor: ‘Yeter Artık!’. 2014’te Buteflika’nın yeniden ve dördüncü defa Cezayir cumhurbaşkanlığına aday olmasına karşı başlayan ‘Baraka’ hareketi, ‘yeter artık’ sözcüğünü bir muhalefet hareketinin adına dönüştürmüştü. Beş yıl sonra Cezayir’de Buteflika beşinci kez aday olmaya kalkınca, barışçıl halk ayaklanması aynı sloganla rejimi temellerinden çatırdatmaya başladı. Aynı slogan geçtiğimiz günlerde Bolivya’da Evo Morales’in anayasayı ve halk oylaması sonuçlarını çiğneyerek, dördüncü kez başkanlık seçimine aday olmasına karşı da kullanılıyordu. Seçimin birinci turunu, seçim sonuçlarındaki bir puan farkla ve muhtemelen sayım sırasında yapılan son an müdahalesiyle kazanan Morales’in taraftarlarıyla bu duruma isyan edenlerin arasında başlayan sokak çatışmalarında da slogan, ‘Evo, Basta!’. Ekvator Ginesi’nde başkan Alpha Conde’nin, anayasal kuralı çiğneyerek üçüncü kez seçilmek için manevralar yapmaya başlamasını protesto eden, ülke nüfusunun (1,2 milyon) belki üçte birini oluşturan göstericiler de başkent Konakri’de Susu dilinde ‘Amulanfe!’ diye bağırarak yürüyorlar. Amulanfe, yani ‘bu artık yürümez!’ Çıkan çatışmalarda şimdilik sekiz gösterici öldü. Elbette her ülkenin kendi öznelliği içinde kendini ifade ediyor bu Yeter Artık isyanları. Haiti’de yoksulluk; Şili’de Pinochet ve Şikago Çocukları’nın ülkede yarattığı büyük sosyal tahribat ve diktatörlük devrildikten sonra bu tahribatın kurumlaşmasına devam eden hükümetlerin zengin dostu politikaları; Lübnan’da yolsuzluk ve cemaatler dengesine dayalı siyasal sistemin yarattığı koyu akraba/yandaş kayırmacılığı (nepotizm); Katalunya’da Kastillanların kibir, horgörü ve bürokratik savurganlığı; Cezayir’de petrol gelirlerinin başına çöreklenmiş asker-bürokrat-iş insanı kliğinin on yıllardır devam eden tahakkümü; Irak’ta kukla yönetimlerin yolsuzluk, kayırmacılık ve yağmacılık sarmalı (Irak’ta 2003’ten beri yolsuzluğun toplam maliyetinin dört yüz milyar dolardan biraz fazla, iki yıllık ulusal gelire eşit olduğu tahmin ediliyor)…”
YOLSUZLUK 'MÜESSESESİ'
Evet, “yeter artık!”, bir tema, çünkü ekonomik eşitsizlik artık gizlenemeyen bir mekanizmanın (“düzen”), ayrıcalıklılar tarafından, örtülmek gizlenmek şöyle dursun, gözlere sokula sokula, keyfi çıkarıla çıkarıla, ezilenlere nanik yapıla yapıla sürdürülen ürünü. İnsanların şimdiye kadar buna tahammül edebilmeleri garipsenmeli, küresel-kitlesel isyanlarda şaşılacak, sürprizli taraf arayacaksak.
Yolsuzluk da dallı budaklı bir başka tema. Yolsuzluk artık, söylenir söylenmez çağrıştırdığı “yoldan çıkma” bağlamından kopmuş, müesseseleşmiş, başlıbaşına yönetme biçimi haline gelmiş bir olgu. Ve elbette, keyfîlikle birarada bulunması elzem ve kaçınılmaz.
Yolsuzluk, hak edilmemiş gelirleri ve topluma ait zenginlikleri iktidar sahiplerinin gayrimeşru servetlerine dönüştürmenin adı değil. Bu aynı zamanda modern vahşî kapitalizmin yönetilişinin bir “yüzü”. Bir ekran görüntüsü. Öyle bir görüntü ki, bakıldığında -ki görmek için bakmak da gerekmiyor, âdetâ şehirlerin her yerine konmuş dev ekranlardan kesintisiz yayımlanan mesajdan sözediyoruz- gerisindeki gasp mekanizmasını, buna hükmedenlere bu gücü temin eden iktidar konum ve araçlarını doğrudan hissettirip toplum çoğunluğuna çaresizlik aşılayabiliyor. Yolsuzluk, yoksullara ve dezavantajlı kesimlere inat yapar gibi sürdürülen ve itiraz edilmedikçe genişletilen, derinleştirilen eşitsizlik mekanizmasının üslûbu, bir nevi. Kendi kurallarına bağlı olacağı varsayılan ve propaganda edilen serbest piyasa sisteminin örttüğü yalanın yataktan düşmesi değil bu sadece. Bu yalanın sürdürülebilmesi için iyi kötü uyulan geçerli kuralları bizzat koyan ve koruyanların takmayacağının ilanı.
KEYFÎLİK VE HUKUKUN AŞINDIRILMASI
Bu da bizi hem güncel vahşî kapitalizmin yönetim tarzının giderek yerleşen aslî özelliği hem de küresel-kitlesel isyanların kaynaklarından biri olan keyfîlik meselesine getiriyor. Keyfîlik, yasallığın, anayasallığın inkârı. Günümüz kapitalizmi hızla yasallık-anayasallık çerçevelerini parçalamaya doğru evriliyor. Ülkesine göre, ne kadar yetersiz olurlarsa olsunlar, bu çerçeveler içerisinde yurttaşlara mecburen tanınan haklar, keyfince yönetebilme kapasitesinin önünde engel haline geliyor.
Aynı zamanda, “ekonominin gerekleri” adı altında ambalajlanan egemen sınıf çıkarlarını kısıtlayan, hattâ bazen tehdit eden bir kurumun aşındırılması sürecine tanık oluyoruz: Bir zamanlar egemen sınıf çıkarlarının uzun vadeli garantisi -aynı anda bu garantinin bedeli- olarak kurulan hukuk sistemi giderek ayakbağı haline geliyor. “Burjuva hukuku” olarak bilinen ve mevcut cinsleri kapitalizm muhaliflerince haklı olarak eleştirilirken gerisinde yatan evrensel insanî gereklilik sorumsuzca küçümsenen sistem, yolsuzluğu meşru faaliyet kanalı, keyfîliği iktidarın ruhu kılmaya yönelmiş egemenlerce kemiriliyor, itibarsızlaştırılıyor, iktidarsızlaştırılıyor. İktidarın hoyratça kullanılmasını dizginleyebilen, muktedirleri denetleyebilen bir bağımsız kuvvet olma potansiyeli hukukun elinden alınıyor.
KRİZİN ÜÇ YÜZÜ
Romaric Godin, Medyascope sitesinde yayımlanan yazısında, neoliberalizmin krizinin “üç yüzü”nü sıralıyor: “Ekolojik kriz, toplumsal kriz, demokrasi krizi. Ve şöyle diyor: “Üçü de ekonomik düzenin değişmesini gerektiriyor.” İçinde yaşadığımız ortama yalnız “ekonomik düzen” diyemeyiz elbette. Bu, her şeyiyle bir toplumsal hayat. Nitekim Godin de “bu üç âciliyet ve bu üç talep”in “birbirine derinden bağlı” olduğunu belirtiyor, “toplumsal sorunu ortaya koymak, demokrasi ve ekoloji sorununu ortaya koymaktır” diyor: “Fakat bu değişim neo-liberalizm ve onun mantığını edinmiş devletler tarafından derinlemesine reddedildiğinden, ihtiyacını ifade etmek için sadece sokak kalmaktadır öyleyse. Bugün billûrlaşma noktasında olan da budur. Bölgeler uyarınca öncelikler farklı olabilir; ama sorgulama konusu edilen hep aynı sistemdir - küresel neo-liberalizmdir bu. Üstelik, bütün hareketler, içinde demokrasi ve toplum sorununun bulunduğu bir evrimi bazen bilinçli ekolojik kaygılarla beraber yaşarlar. Dolayısıyla her taraftaki itiraz derindir ve ekonomik, toplumsal ve siyasî sistemle ilgilidir.”
Godin, güncel neoliberal kapitalizmin zenginleştikçe daralan egemen kesiminin, arzuladığı “istikrar”ı artık yalnız her şeyin “mallaştığı” piyasa düzeniyle, hele demokrasi içinde ve asgarî hukuk sistemiyle kendini bağlayarak sürdüremeyeceğine, bu yüzden “devlet tarafından savunulan sermaye çıkarlarının neo-faşist ve milliyetçi hareketlerle birleşmesine” tanık olduğumuza işaret ediyor: “İstikrar”, toplumları “askerîleştirerek” sağlanacak. Gazeteciye göre, “bunun laboratuvarı”, Pinochet Şili’siydi: “özgürlüklere kilit vurulmuş fakat yabancı sermayelere tamamen açılmış”tı Şili.
Godin, “tarihin bu geri dönüşü” diye tanımladığı “askerîleştirme” -hukuksuzlaşma, keyfîleşme- süreci için, “toplumsal, çevresel ve demokratik bir alternatifin inşası üzerine düşünmenin âciliyetini hatırlatan meş’um bir alâmet olabilir” diyor.
KRİZ ULUSLARARASI, ÇÖZÜM DE ÖYLE OLACAK
Yeni Yaşam’daki yazısında Ayşe Düzkan, tam da bu ihtiyacı hissederek, birçok ülkede birden patlak veren isyanların kaynaklarının yanısıra, isyancıların siyasî hedefleri ve örgütlenme tarzları üzerinde duruyor. Düzkan, günümüzün kitlesel hareketlerinde “üretim araçlarının kamusallaşması anlamında bir mülksüzleştirme talebi ya da bu yönde bir slogan görmediğimize” dikkat çekmekle birlikte, “sadece yönetimleri hedef almayan, varolan siyasal sistemi de sorgulayan” bu hareketlerin temelden ve kapsamlı bir toplumsal değişim talebi doğrultusunda evrilebileceğini öngörüyor.
Olanlara “sosyalistler, komünistler”in konumu açısından da bakan Düzkan, kitlesel protesto eylemlerinin geleceğini şekillendirmede rol oynamak istiyorlarsa, geleneksel sol hareketlerin “komünizmin literatürünün, tarihinin ve tecrübesinin muhafızlığını” veya “neoliberalizmin tahlilini” yapmakla yetinemeyeceklerine işaret ediyor: “Diğer mücadele alanlarını fark edecek, yeni taktikler, yeni hedefler, yeni bir program geliştirecek bir harekete ve daha önemlisi, küresel doğu ve küresel güney’den yükselecek, bu yeni emek hareketlerini biraraya getirecek yeni bir enternasyonale ihtiyaç var.” Ayşe Düzkan ayrıca, günümüzün eylemsizliğe bahane “umutsuzluk” modasının kofluğunu ortaya koyarak, “Bir kere daha ne yapmalı’yı soracak ve cevabı birlikte bulacağız,” diyor. “Geçen sefer tam olmamıştı, bu sefer olacak!”
Olur mu? Veya nasıl olacak? Galiba “bu sefer” bunu büyük ölçüde gençler ve kadınlar belirleyecek. Düzkan da yazısında güncel kitlesel hareketlerde kadınların ne kadar önde olduğuna dikkat çekiyor. Başlıbaşına uzun ve derin mevzu, bunun gerisinde yatan. Ve muhtemelen erkeklerin kadınlara saldırılarının artışıyla aynı gelişmenin bir başka yüzü. Özellikle güç ve iktidar sahibi olabilmek için erkeklerin yoluna sapmamış kadınların dünyayı altüst etmede başrolü oynayacaklarını bundan fena halde ürken erkekler yavaş yavaş görüyor. Toplumun en küçük birimlerinde yaşanan değişim daha görünür, çarpıcı tepkilere (kadın cinayetleri) yolaçıyor.
Gençlerin tepkileriyse, bugüne kadar yaşanmamış bir başka insanlık felaketine ışık tutuyor: Bugün eşitsizliğe, hukuksuzluğa karşı sokaklara dökülen gençlerin büyük çoğunluğu yarının işsizleri. Ve eli yalnız eski zanaata yatkın yetişkinler ve emeklilerle birlikte, yarının gereksizleri. Çünkü bir avuç küresel zengin muktedirin surlar ve şatolar ardında süreceği yaşam için onlara ihtiyaç olmayacak. Silahlı muhafızlık işinin pek azı için gerçek insanlar gerekecek. Bu da derin mevzu, buna da ileride hakkıyla ele almak üzere değinip geçmiş olayım.
Küresel-kitlesel isyan dalgası, şu anda neoliberalizme, kapitalizme muhalif herkesin bir numaralı ilgi ve tartışma konusu olmalı.