Kaybettiği kızları hakkında konuşurken sergilediği olgunluk ve zerafet, toplumumuzda öyle kolay bulunur şey değildir. İçi ne kadar acırsa acısın, evlatlarına duyduğu sevgiyi acılaştırmamayı, tebessümüyle sarmalamayı başarmıştı Yeter Hanım.
Çok üzücü bir kayıp haberi: Yeter Sivri’yi kaybettik.
Hiç tanışmadığınız bir insanın hayatınızdan eksilişini en çok ne
şiddette hissedebilirsiniz?
Eğer belgesel sinema gibi bir işle uğraşıyorsanız, çok. Bazen
çoktan da çok.
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun Madımak Katliamı
Hafıza Merkezi projesi bünyesinde yaptığımız kapsamlı ve okkalı
belgeseli nasıl izleyeceğini, ne düşüneceğini, daha önemlisi neler
hissedeceğini en çok merak ettiğim insanlardan biriydi, Yeter
Hanım. Henüz tanışmamıştık, o beni hiç tanımıyordu; bense onu
epeyce tanıyor gibiydim.
Belgesel sinemanın çoğu, tamamen insanlar üzerine kurulu,
insanların oluşturduğu, insanların şekillendirdiği bir iş. Bu tarz
belgesel çalışması, o işi yapanlarla hem üretim sürecinin hem çıkan
ürünün “canını” meydana getiren insanları garip bir şekilde
yaklaştırır. Karşılıklı gelinen, tanışılan görüşülen, sorular
sorulan, bir süre sonra, olay her neyse onun hakkında beraber
tasalanılan ya da sevinilen, anı yâdedilen, fikir yürütülen,
tartışılan ortamlar şüphesiz zaman zaman yüksek yoğunluklu
yakınlaşmalara meydan verir. Ama bu yakınlıklar, hayatın başka
alanlarındakilere benzer. İnsanlar rastlaşır, beraber birşeyler,
bazen işler yapar, birbirlerine ısınırlar veya onları yaklaştıracak
olaylar, durumlar, duygular paylaşırlarsa yeni yeni ilişkiler
oluşur.
Biri masa başında, ekran karşısında, öbürü o sırada kimbilir
nerede bulunan, hiç tanışmamış insanlar arasında belgesel sinema
çalışmasının yolaçtığı yakınlık bundan farklıdır. Şahsen başıma çok
gelmiştir, görüşme çekimlerini kurgulamakla bir süre uğraştığım
biriyle karşılaştığımda çoktandır tanışıyormuşuz gibi selam verir,
öyle hisseder, öyle davranır, sonra duruma uyanıp karşımdakinde
şaşkınlık yaratıp yaratmadığımı anlamaya çabalarım. Şaşkınlık
sezersem kalkıştığım, “E, ben sizi tanıyorum haliyle…” falan gibi
izahat girişimlerimse muhatabım şaşırmamışsa bile onu şaşırtmaya
yarar genellikle. Çünkü benim bütün bu maceram, ikimizin yeraldığı
fakat muhatabımın şüphesiz bilmediği bir âlemde geçmektedir.
Eğer konunuz sabit ve belirlenebilir çerçeveli, görüşmenin
kapsamı teknik akılla sınırlanmış, almayı umduğunuz verimin cinsi,
miktarı belliyse, ekrandaki film kişisiyle -ki, zaman zaman onu bir
kurmaca kişisiyle karıştırmanız bile mümkündür- kuracağınız ilişki
yine de daha “normal”, yani daha izah edilebilir ve bu tarz işlerle
uğraşmayan başkalarınca da kısmen anlaşılabilir olur. Ancak,
kapsamı sınırlanmamış, görüşülenin zihninin, yüreğinin
derinliklerine uzanması öngörülen, sürprizlerle, yüz güldürücü veya
iç karartıcı ayrıntılarla dolu olması kaçınılmaz görüşmelerde
genellikle böyle olmaz. Birçok yerini defalarca, öyle bir-iki defa
değil, defalarca, defalarca izlediğiniz, dinlediğiniz görüşmede
geçen bazı sözler, deyişler, ifadeler, jestler, mimikler, bir
kelimenin söylenişi, bir iç çekiş, bir tebessüm, iç sızısının
gözlerden soluklandığınız havaya yayılışı… bir bakarsınız gündelik
hayatınızın parçası olmuş. Birisi orada geçen bir ifadeyi benzer
tonlamayla mı tekrarladı - siz zihninizden arkasını getirirsiniz;
görüşmecinizin edâsı ve sözleriyle. Ya da görüşmecinizin bahsettiği
hadise, yer, dönem, olay, ayrıntı… başka yerde, bambaşka vesileyle
önünüze mi çıktı - yine onun hali tavrı ve sözleri eşliğinde görür,
yaşarsınız o ânı. Bazen de içinizden ona birşeyler söylerken
bulursunuz kendinizi. İki adım ötesinde, bazı sözleri size söylemiş
gibi cevap vermeye bile kalkabilirsiniz.
Fakat işte, katliamda çocuklarını yitirmiş anneye ne
söyleyebilirsiniz ki? Ekrandaki muhatabınızın macerası bazen
dilinizi bağlar.
Yeter Hanım, sözkonusu filmin birçok yerinde karşınıza çıkacak.
Ve, iki kızını alçakça planlanıp hunharca yürütülmüş katliam
operasyonunda kaybetmiş, sonrasında, adalet duygusunun üzerinde
tepinilerek türlü eziyete ve horlanmaya mâruz bırakılmış bu kadını
izleyerek ve dinleyerek, o loş ve zaman zaman esrarlı kurgu
âleminde zaman geçirmiş olmasanız bile, ona bir şekilde
bağlanacaksınız, eminim. Benim bağlandığım gibi.
Bahsettiğim proje içinde Yeter Hanım’la muhatap olan herkes onun
ne kadar özgün, değerli, zor ulaşılır seviyede olgun bir insan
olduğunu teslim eder. Hiç tanışmamışken ben de ediyorum. Ama
dediğim gibi, tanışmamış oluşumuz, onu hiç tanımadığım anlamına
gelmiyor. Özel yetenekleri ve kapasiteleri olduğu yaşantılarını
nasıl geçirdiklerinden ve herkesin haklarında anlattıklarından
belli iki kızı Yasemin ve Asuman’ı Sivas Madımak Oteli’nin, içeride
insanların olduğu biline biline, göz -özellikle devletin gözü- göre
göre kundaklanması sonucu çıkan yangında kaybetmiş bir annenin hem
olanlar hem de kaybettiği kızları hakkında konuşurken sergilediği
olgunluk ve zerafet, toplumumuzda öyle kolay bulunur şey değildir.
İçi ne kadar acırsa acısın, evlatlarına duyduğu sevgiyi
acılaştırmamayı, tebessümüyle sarmalamayı başarmıştı Yeter
Hanım.
Yeter Sivri
Bundan çok daha sıcak ve gerilimli ortamda bundan çok daha
fazlasını ortaya koymasından da belliydi. Filmdeki tanıklıklardan:
Bugünkü iktidarda kendilerine rahatça yer bulan, o zaman da mevki
makam sahibi olan pek çok kimsenin yırtsınlar diye seferber olduğu,
resmî kurumların da kollamak ve kurtarmak için elinden geleni
ardına koymadığı Madımak Katliamı sanıkları, sinir bozucu ve
meşakkatli onca uğraştan sonra, yüce adaletin büyük lütfuyla,
nihayet -sahici adaletin gerektirdiği gibi- o sırada mevcut en ağır
cezaya, idama mahkûm edildiklerinde, dava çıkışında muhabir Yeter
Hanım’a, “Memnun musunuz?” diye sormuş.
“Evlatlarınızın katilleri idama mahkûm edildi.”
Yeter Sivri, şu cevabı veren kadın: “Niye memnun olayım,
evladım? Benim çocuklarımı geri getirmez. Kaldı ki onların da birer
annesi var.”
Ne Türkiye’yi bugüne kadar yönetmiş olan, şirretlikle,
ceberrutlukla, hileyle, üçkağıtla, hiçbiri yetmeyince kaba kuvvetle
toprağımızda hak-adalet duygularının yeşermesine izin vermemeye
uğraşan bilumum mühimadamlar takımı ne 1970’lerin sistematik Alevi
katliamlarının sistematikliğini, düzen içindeki yapısal yerini
görmek tanımak istemeyen ezcümle beyaz muhalefet ne din âlimi
sûretinde ortalıkta dolaşıp benzer katliamların zemini kaybolmasın
diye etrafa tükürük ve nefret saçan hoca bozuntuları ne günümüzün
kayık ayakkabılı, lüks arabalı, sonradan görme, zorba taşra
burjuvazisi ne kendi dışında hiçbir şeyi umursamayan şımarık
büyükşehir orta sınıfı ne de kendi küçük âlemindeki iktidar
boğuşmalarıyla meşgûl apolitik politik tayfa bahsettiğimiz kadının
acısını ve anısını dile getirirkenki derinliğine, nezaketine ve
-evet!- esprisine sahiptir. Yanından geçemezler.
Yeter Sivri’nin kaybının yarattığı büyük üzüntünün yanına,
kendisinin en etkili anlatıcılarından biri olduğu filmi
izleyemeyecek oluşundan doğan kendi ufak derdimi de katmamı çok
görmeyin lütfen. Eğer karşılaşabilseydik -ki pek az kalmıştı; şunun
şurasında üç buçuk hafta gibi bir zaman!- kendisine ondan neler
alabildiğime, bana nasıl güç verdiğine, yol gösterdiğine dair iki
söz söyleyebilseydim şüphesiz içim daha rahat olacaktı. Şimdi
sadece, bundan onlarca sene sonra bile birilerinin ondan hayata
dair birşeyler öğrenme imkânının bulunacağını bilerek teselli
bulabiliyorum. Yetmez tabiî.
Hayatı ve yolu Yeter Sivri’nin hayatına ve yoluna dokunmuş
herkesin başı sağ olsun.