“Ertelenmiş umutlardır perişan eden insanı” der Samuel Beckett. Sözünün bağlamında ne kadar haklı olsa da Beckett, bizler perişan olmuyoruz Godot’yu beklerken. Eşitlik İçin Kadın (EŞİK) Platform, henüz genç olsa da ismini aldığı kadın eşitlik mücadelesinin tarihi deneyimlerini taşıyan, derinlikli ve kapsayıcı, kuşatıcı, düşünsel ve eylemsel bütünlüğün varisi. Feminizmin tarihi, Godot’yu beklemenin tarihidir biraz da. Umutla mı beklenir Godot, korkuyla mı, derseniz, İslami terminolojiyle “havf ve ümid arasında” derim. Korku ve ümit arasında süreğen bekleyiş, direngen ve devingen de aynı zamanda. Kadın hareketinin Estragon ve Vladimir’leri olur hep. Bazıları unuttuğunda/yorulduğunda, bekleyişi/mücadeleyi hatırlatanları çıkar her zaman. Ve ilk günmüşçesine başlar yeniden, bekleyiş.
Uzun erimli bekleyişin/mücadelenin kısa vadeli durakları arasında sürer devingenliği. Bugünlerde bu duraklardan birisi AK Parti Merkez Karar ve Yürütme Kurulu (MYK) toplantısıydı. İstanbul Sözleşmesi'ne dair ama aslında kadınların hayatına ve Türkiye’nin geleceğine ilişkin kararın verileceği toplantı ertelendi. Beklemeye devam ediyoruz. Ki biliyorsunuz artık bekleyişin mücadele olduğunu. Kadın aleyhine çıkması muhtemel kararları erteletebilmek, başarmanın aslında hiç de küçümsenmeyecek parçası. Ümitleri kuvvetlendiriyor ama korkudan da azade kılmıyor, kuşkusuz. Bekleyiş ortaklaşmaları da getiriyor, ümit arttıran düşünsel yakınlaşmaları mümkün kılıyor. Tek karar vericinin henüz kararını vermediği çünkü Emine Hanım'ın devreye girdiği, duyumları belki sadece yorumları geliyor kulaklara. Aileye yakın olanlarca Sümeyye Hanım'ın İstanbul Sözleşmesi yanında net tavır alışıyla, bu devreye giriş ve henüz karar veremeyiş halleri arasında, benim bu cümlelerimden çok daha örtük ifadelerle, ilişki kuruluyor. Ancak sivil toplum alanında iktidara yakın kadın örgütlerinin sözleşmeden vazgeçmediğini açık seçik gösteren gelişmeler var biliyorsunuz. Canan Kalsın’ın mesajlarını, Özlem Zengin’in kadınlara yönelik “bir araya gelme” çağrısını yazmıştım daha önce. Keza KADEM’in açıklamasını da biliyor ve bu açıklamanın aslında iktidara yakın kadın örgütlerinin ortak sözü olma ihtimalini tahmin ediliyoruz.
Ege Demirtaş’ın Mevzu Edebiyat adlı sitede yayınlanan yorumunu ödünç alarak yaptığım kadın hareketinin Vladimir’leri ve Estragon’ları benzetmesini şu satırları da ödünç alarak daha iyi açıklamak mümkün olabilir: “Vladimir ve Estragon’un birbirinden bu kadar farklı resmedilmiş oluşları, ne kadar da aynı olduklarını göstermektedir. Sürekli çatışma halinde olan bu ikili, içten gelen varoluş sancısını iki somut bedene dönüştürmüştür.” Kadınlar, feminizmin tarihinde açıkça görüldüğü ve bugün yaşanan İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında billurlaştığı gibi kendilerini ister feminist olarak tanımlasınlar; ister salt kadın hakları savunuculuğu adını versinler; ister sadece kadın kazanımlarını yaşamakla yetinsinler; hepsi bu kazanımları varoluş meselesi sayarak vazgeçmiyor. Birbirini tamamlayarak bekleyişi sürdürüyor. Sadece ülkemiz için geçerli değil üstelik kadınların bu ortak tutumu. Aynur Tekin’in, Polonya Kadın Grevi kurucularından Martha Lempart ile söyleşisi, her yerde erkek egemenliği savunucuları ile kadın hakları savunucuları arasındaki çatışmanın, İstanbul Sözleşmesi ile kristalize olmuş şekilde rahatlıkla seçildiğini gösteriyor. Eşitlik mücadelesidir bu. Yeryüzünde eşitliği savunanlarla erkek egemenliğini savunanlar arasındaki mücadelenin adı bugün İstanbul Sözleşmesi.
Ezen ve ezilen karşıtlığı, eril hegemonya ile feminizm arasındaki eşitlik mücadelesiyle cinsiyetlenmiş halde. Soldan bakanlar sınıf mücadelesini baltaladığını söyler. Sağdan bakanlar din, gelenek, aile düşmanlığı derler. Aile düşmanlığı değildir aslında yapılan eşitlikçi aileye giden yoldur. Eşitlik, eşitsizliğin kurulduğu yerden, cinsler arası hiyerarşik ilişkinin yarattığı varoluşsal sorun veya dini alandan söylersek yaratılış gerçeğine aykırılık sorunundan başlayarak, eşitsizliği tam da burada yıkarak kurulabilir. Ailede. İstanbul Sözleşmesi “aileyi yıkıyor” cümlesindeki aile kelimesinin yerine eril hegemonya kavramını koyarak düşünmek gerekir. Karşıtların itiraz ettiği şeyin ailede eril hegemonyanın yıkılması olduğu görülür hemen. Eril hegemonya kadın ve çocukların, ailenin değil sadece yeryüzündeki canlı cansız bütün varlıkların efendisi olarak erkeğin tanımlandığı ideoloji ve ev içindeki şiddet de erkek egemenliğinin sürdürülmesi için gerekli görülen bilinçli politik seçim. İstanbul Sözleşmesi de cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan şiddeti önlemek için eşitliğin kurulacağı yer olan aileyi, şiddetsiz sıcak yuvaya dönüştürmenin de yolu sayılabilecek olan kadına yönelik şiddete müdahale görevi verdiği devlete, özel alana girme yetki ve görevi yüklüyor. Ataerkil pazarlığı bozuyor ve bu nedenle karşı çıkılıyor. Ve tam da bu nedenle kadınların gözbebeği oluyor.
Feministler ve kadın hakları savunucuları bilinçli olarak, kazanımları sadece yaşamayı seçerek kendilerini bu konumda görmeyen kadınlar ise sahip olduklarını koruyarak aynı yolda ilerliyor; hegemonik erkeklik karşısında kendi varoluşsal/yaratılıştan gelen eşit hakları doğrultusunda yürüyor. Üç kadın grubu sayıyorum bu yazıda ama toplumsal görünüm bu şekilde tecelli ettiğinden söylüyorum bu üç grubu. Bana kalırsa kadınlar iki gruba ayrılır. Birincisi feministler ve ikincisi henüz feminist olduklarını fark etmeyenlerdir.
Patriyarkaya karşı mücadele edilirken görülen patriarkal kadınlar ayrı tabii. Erkek egemenliğinin sürdürülebilmesi için devşirilmiş makbul kadınlardır onlar. Patriarkal düzende ulaşabildikleri en üst konumsa validesultan/anakraliçe olma hali. Deniz Kandiyoti’nin tanımıyla ataerkil pazarlık sonucu, kamusal düzenin devamı için özel alan düzenlemesinde ailenin yetişkin, en büyük erkek bireyine tanınan egemen konum, evin de en büyük kadınıyla sürdürülür. Ailenin validesultanı/anakraliçesi kaynana, gelin için eril hegemonyanın, öğreticisi yani taşıyıcısı olan kadındır. Feminizm, kadınlar arasındaki bu gelin kaynana sendromunu kadın bilinciyle aşındırmaktadır. Ancak ailelerde gelin ve kaynana sürtüşmesinin, kadın bilinciyle törpülenerek aşındırma çabasının benzeri olarak farklı sosyolojik kesimler ve ideolojilerden kadınların, sorunlar karşısında ortaklaşmasını sağlama yönündeki ilişkiler de yine bazı kadınlar tarafından sert karşı koyuşlarla engellenmek isteniyor. Sema Maraşlı, Sibel Eraslan, Hilal Kaplan gibi tanınmış bazı kadınların İstanbul Sözleşmesi karşıtı söylemlerle erkek egemenliğine hizmet eden makbul kadın konumunu biraz kaynanalık haline benzetiyorum. Feminist olsun olmasın toplumdaki bütün kadınlara, erkek egemenliğine itaati dayatıp itaatin yollarını öğretir gibi görünüyorlar bana ve hayli eğleniyorum bu halleriyle.