Sapla saman bu kadar birbirine karışmışken, bırakın samanlıkta
iğneyi, samanlıkta ineği bile bulmak çok zorlaşmış durumda.
İlgimizi çeken, dikkatimizi ve vaktimizi (ç)alan şeyler o kadar
fazla ve çok yönlü bir hale gelmiş durumda ki, nereye bakacağını
şaşırıyor insan. Herkes her yerde, herkes her şeyde, her şey orada,
her şey onlarda. O onu dedi, bu bunu yazdı, şu şunu söyledi, onlar
bizi çizdi, biz de karizmaları derken emilip duruyoruz bu
davlumbazın içine. Merkezkaç apansız baskın çıkacak da hep birlikte
savrulup gideceğiz sonsuz bir boşluğa sanki. Bir şekilde hala
merkez tutuyor, merkez kendine çekiyor da duruyoruz durduğumuz
yerde.
Sonra bu pek Türkiyeli kakofoninin içerisinde bir yerlerden bir
bakıyorsunuz Gülşen fırlamış; Gülşenciler ve Gülşen kınayıcılar
mikrobloglarda birbirlerini yerken Gülşen almış yürümüş, yürüye
yürüye masanın üzerine çıkmış dans ediyor konseri esnasında.
Ardından bence yine çok iyi bir Gülşen şarkısı olan
Lolipop ile geliyor. Şarkının, yine çok iyi olduğunu
düşündüğüm, seyretmeye doyamadığım video klibinin finalinde hızını
alamıyor Gülşen. Kocaman bir çiklet balonu patlatıyor, orta
parmağını göstermek ayıp olacağından değil de, belki biraz
yadırganacağından. Öte yanda bir bakıyorsunuz Tarkan fırlamış,
senelerdir birilerinin ıkına sıkına sakınmaktan bir türlü
söyleyemediklerini bir çırpıda söyleyiveriyor, bir çırpıda yazılmış
hissi veren yeni şarkısıyla. Tarkancılar ve Tarkan kınayıcılar yine
iş başında. Köşeler döşeniyor, kişiler düşünüyor, gereğini ve
gereksizliğini. Ama herkes döşüyor bir şeyler bir yerlere, bir
yerlerde. Çokseslilik iyidir nasıl olsa. Öyle midir hep?
Sesi çok duyulan veya yazdığı azami 280 karakterlik özdeyişleri
“yürüyen”, zaten almış yürümüş olanlar hep. Güçlüye, ünlüye nasıl
bir güç ve ün katıyor, nasıl körüklüyor ki bu sosyal medya, at izi
it izine karışsa da elene elene imbiğe düşen son damla yine güçlü
ve ünlünün görüşü oluyor. Buna da algoritma diyor, hep beraber
derin bir “oh” çekiyoruz. Çünkü algoritma nedense kitle imha silahı
gibi incelikle tasarlanmış bir pazarlama gereci değil de adalet
dağıtan, âkil bir sanal ombudsman sıfatıyla gönüllere taht kurmuş,
sofralarımızın baş köşesine buyur edilmiş. Ancak, şöhret paketiyle
birlikte ikram olarak gelen kanaat önderliği habis ellerde olunca
yansımaları da yanlışları birlikte getiriyor. Gülşen, ifade ve
kadın özgürlüğünden, Tarkan, önemi sorgulanamaz insanî erdemlerden
çok şık ve nüktedan şekillerde bahsederek takdir toplarken, hem
Tarkan hem Gülşen çok seven çok insanın çok sevdiği Yıldız Tilbe
insana saldıran köpeklerin zehirli et verilerek gebermeleri
gerektiğini söyleyiveriyor. Yıldız Tilbe göklere çıkartılıyor.
Yıldız Tilbe yerden yere vuruluyor. Eş zamanlı ve eşdeğer
ağırlıkta. Yıldız Tilbe eleştiriler üzerine kendisini ve müthiş
beyanını savunan elliye yakın tweet daha atıyor, debelendikçe
debeleniyor. Debelenmek, kendine bir şekilde “sanatçı” dedirtmeyi
başardıktan sonra her haltı yemeyi, her şeyi demeyi kendinde hak
gören birtakım narsisist şahsiyetlerin cephaneliklerinde gizli ve
genelde son silahtır nitekim.

Ama Yıldız Tilbe’ye hiçbir şey olmuyor, olmayacak da. Yıldız
Hanım’ın işleri tıkırında yürümeye devam edecek, bayii
toplantılarında, açılışlarda, özel gecelerde “program” yapmaya
devam edecek, televizyon programlarına çağrılacak, çağrıldığı
programı çalacak ve bu yine çok sevilecek. Mesela, sosyal kimliğini
gönüllü bir hayvanseverlik ve hayvan hakları savunuculuğu üzerinden
inşa etmiş bir Mervesu ile Berkecan, Yıldız Hanım’ın köpeklerle
ilgili yorumuna mikrobloglar dolusu küfürle tepki verip, bir akşam
arkadaşlarıyla birlikte evde televizyon seyrederken Yıldız Hanım’ın
o meşhur tuhaf dansına rastlayınca, iki kadeh rakının da etkisiyle
“ay bu deli kadını çok seviyorum yaaa, bak bak şu dansa bak”
diyecek ve bu coşku dolu teklifi dost meclisinde hemen onaylanacak.
Sonra hep birlikte art arda birkaç Yıldız Tilbe şarkısı
dinleyecekler, Tilbe’nin gebertilmesini salık verdiği “köpekler
gibi dans ederek”…
Hadi diyelim o Yıldız Tilbe; “delidir ne yapsa yeridir” denerek
geçiştirilir mesela, ki bence asla geçiştirilmemeli, kendisine
olabilecek herhalde en uzak müzik yapılarından biri olan Pink
Floyd’un Rusya’yı boykot edeyim derken Rus halkını müziğinden
mahrum bırakarak bunu yapabileceğini düşünmesine ne demeli?
İşte işler de tam buralarda karışıyor. Her şey birbirine
karışıyor. Herkes birbirine karışıyor. Küreselin makrosundan
ülkeselin mikrosuna kadar karmakarışık işler bunlar. Ülkenin,
ülkemizin yüzölçümü mikro ama diğer her ölçümü MAKRO İstanbul’una
gelince iyice karışıyor, zira misinalar incecik olunca düğümleri de
girift oluyor. Kınadığına kınalar yakarken övdüklerini
öldürüveriyorsun bazen. Önünden arkasından salladıklarının önünde
arkasında salınıyorsun sabahtan akşama kadar. Bunlara kafa yorana,
dil vurana “tuhaf” diyorlar, “deli” diyorlar, “zor” diyorlar,
“tuhaf bir deli olmak zor” diyorlar, ama hep birlikte deliriyorlar
prim yapıp yıldızı yükselen her şeyin ve herkesin ardından.
Pink Floyd mesela; baba gruptur. Gündemi takip etmeyenler için
hatırlatmak gerekebilir: Pink Floyd, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini
protesto etmek amacıyla tüm şarkı katalogunu Rusya’da erişilebilen
dijital platformlardan geri çekti. İroni şurada ki, dünyanın en
büyük dijital müzik platformu Spotify benzer bir yaklaşımla, 14
Temmuz 2020’de büyük bir gururla açtığını duyurduğu Rusya servisine
erişebilmeyi zaten 3 Mart 2022’de, daha 20. ayı çıkmadan
engellemişti, hangi akla hizmetse! Dolayısıyla Pink Floyd’un bu
“dev” protestosu biraz gölgede kaldı ama olsun. Bu saçma sapan
olaya kadar grup hakkında “onlara uzanan dil kesile!”, “kalem
kırıla!” diye diye fetvalar savuranlar şimdi geçmiş klavyelerinin
başına ayıplıyorlar koca koca babaları; bir sürü koca kafalı kısa
bacaklılar. Ama aynı koca kafalı kısa bacaklılar dün gece
Kadıköy’de bir barda Tarkan ve Gülşen över, Yıldız Hanım ve
iktidara saydırırken belki o sırada fonda o iktidarın himayesinde
düzenlenen konser serisiyle sınıf atlayan bir pazarlama projemizin
şarkılarıyla coştular.
Aşağıdaki fotoğraflarda görülen dev rock grubu U2’nun solisti ve
dolayısıyla kanaat önderi Bono (nam-ı asıl Paul David Hewson),
kimlerle ne işler tutmuştur kimbilir koskoca geçmişinde. Bir ömre
hem George W. Bush, hem R. Tayyip Erdoğan, hem de gündemdeki
“kahraman” Vladimir V. Putin ile fotoğraf sığdırabilmek her
babayiğidin harcı değildir. Ama çok güzel şarkı yazıp söyleyebilen,
öndeki adamların harcı olabiliyor. Zira, can yoldaşı grup
arkadaşlarıyla birlikte sahnedeyken ‘Sunday Bloody Sunday’in önce
davulunun, sonra meşhur gitar akorlarının girmesiyle karşısındaki
on binlerin çığlık çığlığa her şeyi unutacağını, her şeyin üzerinin
çizileceğini, hiçbir şeyin önemi kalmayacağını adı gibi bildiğinden
her türlü hokkabazlığı yapabilecek bir alanı vardır. Bu hep de
böyledir ve ne kadar tanıdıktır aslında; sol eğilimli ve sol
güdümlü meselelerin peşinde gibi görünüp sağdan sağdan güce ve
paraya yanlamak. Bu bakımdan epey kurt bir siyasetçidir bu
İrlandalı özgürlük savaşçısı şarkıcı, barış neferi sanatçı. Ne de
olsa, ‘With or Without You’ (Senle veya Sensiz’) oradadır o, ve
olmaya devam edecektir.
Çok yetenekli, çok cesur, çok yaratıcı, çok zeki, çok çevik, çok
girişken bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. El attığı her konuda
dünyadaki her millete taş çıkartacak kadar değerimiz, varlığımız ve
kabiliyetimiz var. Önünde kimselerin duramayacağı, inanılmaz bir
potansiyele sahip bir gençlik geliyor. Ama üç çok temel özellikten
fazlaca yoksun olduğumuzu düşünüyorum: dürüstlük, ahlak ve özgüven.
Önce; her şeyin hırsızı olabiliyoruz. Her şey satılık ve her şey
çalmalık. Alamıyorsan çalacaksın, nasıl olsa bakan eden yok.
İntihal gırla. Ama bize has olanı çok enteresan. Çaldığın fikre ve
zikre bir de küfrediyorsun. Garip bir tersten Stockholm sendromu
hali. Kalabalıkta saydırıyorsun bir güzel, tenhada fıkır fıkır
ayıklayıp sessizce cebine koyarak malı, kaçıyorsun. Yakalanırsan da
yavuz hırsız sensin zaten, bastıracak mekanizma da yok, yürü ya
kulum! Ahlak dediğin kime göre zaten? Ahlak sana göre, ona göre, o
da ne?!
Bir zamanlar yakınlarında bulunduğum bir şarlatanın özlü sözünde
olduğu gibi: “Yapıştır geç! Diyelim yapıştırdık, geçtik, bir
sonraki bölümdeyiz, orada neler oluyor peki? Özgüvensiz toplumun
özgüvensiz bireyleri kendi varoluşlarının akislerini, tanıdık
tanımadık başkalarıyla kurulan ilişki(sizlik)ler,
iletişim(sizlik)ler ve çelişkiler üzerinden yaşıyorlar. Kendi
fikirlerinden ve duygularından o kadar şüpheli, o kadar emniyetsiz,
o kadar diken üstündeler ki, a(ki)lgoritmaların onaylamalarına
muhtaç halde dilek ve temennilerini sunarak fikir teyitleri peşinde
koşuyorlar. Kazara bir ünlüden teyit gelirse de görev tamamlanıyor.
Hem artık onlar da mikro kanaatlerinin gece yarısına kadar makro
önderiler, hem de meşruiyet kazanmış bir “konuşan kafa”lar. Koca
kafalıktan konuşan kafalığa terfi yabana atılacak şey değil
dostlar. Herkes buna uğraşıyor eninde sonunda.
Belki de naçiz birer ulaktan ötesi olmayan bu fanileri fazla
ciddiye almamak gerek. Onlar hem yer yer daha şanslı ve daha
kurnazlar, hem de insan ruhunun her türlü güzelliğini tramplen
yaparak taklalarla, salvolarla o masmavi havuzlara dalıyorlar.
Ancak depderin sandıkları havuzların dibinde bu kadarını kaldıracak
su olmayabilir.