Yıldızlar kayarken sahnelerde 'düşenler'

İnsan ya inandığı şeylerin arkasında durmalı ya da “esasen” inanmadığı şeyler konusunda hiç konuşmamalı galiba. Devran nasıl dönerse dönsün, “yaranmak” isteyen hem sanatçılığından kaybediyor hem de maalesef yaranamıyor bile, kendini düşürdüğü yerde kalıyor.Gerçek yıldızların ışığıysa hiç sönmeyecek. Suna Kan ve Nurhan Damcıoğlu’nun ruhları şad olsun, yattıkları yer incitmesin.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Çok büyük iki kadın sanatçıyı birkaç gün arayla yitirdik. 5 Haziran’da, yalnız Türkiye’nin değil dünyanın en kendine özgü insanlarından birini, kantocu ve tiyatrocu Nurhan Damcıoğlu’nu. Benzer bir şey düşünürken Yenal Bilgici’nin “kantosuz bir dünyanın kantocusu” dediği Damcıoğlu’nun ölümünün hiçbir gazetenin ön sayfasında yer almayışına dair bu çok haklı sitemine denk geldim. Sonuç olarak bizler de yazamadık. Hakkında güçlü bir imgem ama az bilgim vardı maalesef ve haftanın karmaşasında gerekli araştırmayı yapıp hakkını veremeyeceğimi düşündüm. Hemen aklıma erkenden yitirdiğimiz Ahmet Tulgar geldi, hayatta olsa ne yapar eder çok güzel bir Damcıoğlu portresi yazardı. Ne kadar kısa zamanda ne çok şey yitirdiğimizi ve nasıl bir karanlık sirkin ortasında kaldığımızı düşündüm. İyilerin erken gidişini ya da daha yaşarken günün tozu, çamuru altında gözden yitişini…

Nurhan Damcıoğlu

11 Haziran’da da dünyaca ünlü keman virtüözümüz Suna Kan’ı kaybettik. Dünya çapında, bu kadar büyük bir yeteneği kaybetmek kültürün değer taşıdığı herhangi bir ülkede kuşkusuz paylaşılan tweetleri çok aşan bir gündem konusu olurdu. CSO Tarihi Salonu’nda gerçekleşen cenaze töreninde, “bir avuç” demeye dil varmıyor; olması gerekenden çok daha az insan vardı. Bir “devlet sanatçısının” cenazesine Kültür Bakanı katılmadı, liderler düzeyinde bir tek Kemal Kılıçdaroğlu katıldı. Yine tweetler atıldı, belki, umarım, alanın uzmanları müzik alanındaki benzersiz pırıltısı ve başarılarını anlatan birkaç yazı yazacaktır.

Suna Kan

Sorun sadece bir kültürel çöle “mahkûm edilmiş” oluşumuz değil. Bu nefret, öfke, çamur batağının bizleri de ele geçiriyor olması. Gerçekten asla hakaret anlamında söylemiyorum ama bu galaksi çapında yıldızları yitirdiğimiz haftada, “Melek Mosso kim?” Seçim sonrası iyice çekildiğimiz kültürel bataklıkta günlerdir onu konuşuyoruz. Çünkü gidenler artık belki rüyası bile görülemeyecek, “çoktan kaybedilmiş” sayılan bir kültür ve sanat ortamının temsilcileri. Mosso ise bugünden konuşuyor ve izlemelere doyamadığımız o “büyük düşüş”ün bir figüranı. Yeni ve genç bir sanatçı olduğu için değil, baskı karşısında sergilediği tavır nedeniyle, figüran oldu. Çok popüler bir figür, popüler kültüre ait bir sanatçı olan Gülşen’i aylarca konuşmamız gayet doğaldı. Çünkü onca baskı, yıldırma, ceza karşısında bir düğmesini bile iliklemedi, helal olsun tekrar.

Merve Dizdar

Özetle apayrı görünen, ama birbirine sıkı sıkıya bağlı iki sorunumuz var. Muktedirin en büyük dertlerinden biri, o bir türlü ele geçirilemeyen “kültürel iktidar”. Bu nedenle Cannes’da ödül alan ilk kadın oyuncu Merve Dizdar salt ödülünü “kız kardeşlerine ve mücadeleci ruhlara” adadığı için günler, haftalarca linç ediliyor. Hiç doymayan bir öfke ve nefretin, dindirilemez bir kompleks ve “galip/mağlup” saplantısının hedefi oluyor. Çok büyük bir devlet sanatçısının cenaze törenine devlet erkanı katılmıyor. Çünkü “öteki tarafa” ait figürler olarak görülüyorlar. Böyle büyük bir tehditle boğuşurken bir yandan da Suna Kan ya da Nurhan Damcıoğlu gibi özel yeteneklerin belki artık hiç var olamayacağı, en azından desteklenmek bir yana yollarına konacak taşların iyice artacağı bir çöldeyiz. Öte yandan an gelir, Gülşen gibi, yaptığı müzik türünün “gelgeçliği” ya da “ana ait oluşu” itibarıyla belki elli yıl sonra hatırlanmayacak ama şu an milyonlara hitap eden biri de salt bu duruşuyla “sanatçı” sıfatını hak eder. Çünkü tavrının bir önemi, değeri, ağırlığı var. Bir de Mossolar var…

Gülşen

Seçim öncesinin “gaza gelmesi”, daha doğrusu kazanmaya dair büyük umut sayesinde genelde suya sabuna dokunmayan “sanat camiamız”dan epey ses yükselmişti. Issız adamlıkta bir marka, yani sadece bu konuda değil herhangi bir hayati konuda ağzından kesinlik içeren bir cümle alınamayacağı çok belli Teoman bile sabah körü rengini belli eden videolar çekmişti de kesmemişti, üstüne gitmiştik. Hiç beklemediğimiz isimler çıktı, “Oyum Kılıçdaroğlu’na” dedi, kalpler havalarda uçuştu. Bu iyiydi ama tabii devamı daha önemli. Seçim sonrası bazı sözde muhalif popüler gazetecilerin dönme hızına yetişemedik, ortada çok da iyi bir günah keçisi vardı, Kılıçdaroğlu. (Saik bu ve dil genelde çok berbat olmasa eleştirilebilir çok yanı var, konu o değil.) Kültür sanat (yani aslında TV ve müzik) camiamızda da benzer tavırlar, suskunluklar ya da dönüşler oldu. Melek Mosso ise belli bir “protest”likle öne çıkışıyla göze çarpan tavrında öyle bir tökezledi ki… Aslında ondan bahsederken belirli bir omurgasızlık türünden bahsetmiş oluyoruz.

Melek Mosso

Ne olmuştu, özetleyelim. Melek Mosso PowerTürk Müzik Ödülleri töreninde aldığı ödülü “yargılanan, ittirilen, katledilen bütün kadınlara” armağan etmiş, “sesimiz hiçbir zaman kısılmayacak. Kimse beni susturamayacak. Konuşmaya, üretmeye ve şarkı söylemeye devam” demişti. Bu kadar yani, abartılacak, öyle çok cesur bir çıkış da yok. İranlı kadınların mücadelesine destek için konserde saçını kesmiş, seçim öncesi “muzip” bir kombinle renk vermiş bir “sanatçı”sın ki ilgi gösteren kitlenin ilgisinin mühim kısmı da bunlardan kaynaklanıyor. Elbette ki (bunu araya araya öğrendim, meğer sosyal medyada viral olmuş bir videodaki teyzeye gönderme yaparak seçim günü mor eşarplı bir fotoğrafını paylaşmış. Teyze AKP’ye oy vereceğini söyleyen bir kadına cinsiyetçi küfrediyor. “Kindar seçmenin” de Mosso’ya kızgınlığının temel nedeni buymuş. Bence böyle olmasaydı da ödül konuşması yeterli öfkeyi uyandırabilirdi. Biliyorsunuz yıllar süren kadın mücadelesi sayesinde “kadın cinayetleri politiktir” gerçeği çok açık hale geldiğinden artık ödül törenlerinde bu tür konuşmalar yapmak, içinde pek çok zalim barındıran müzmin mağdur kitleyi her nasılsa rencide eden bir “suç” haline getirildi. Yerli, milli, toksik erkek hezeyanlar gırla.

Melek Mosso, İranlı kadınların mücadelesine destek için sahnede saçını keserken.

Her defasında tırnaklamadan edemiyorum, madem bir “sanatçı” kendini biraz da böyle var etti, devam linçlerini de göze alacak. Her şey gibi “ortam müsaitken” feministlik de kolaydır. Aslolan ve bunu (çok afedersiniz, “bu işlerden ekmek yemek”ten) ayıran şey zaten baskı karşısında da tavrını sürdürebilmektir. Gülşen bunu gayet güzel yaptı işte bakın…

Melek Mosso, Cüneyt Yüksel

Mosso ise ne yaptı: Süleymanpaşa Belediyesi’nin düzenlediği Tekirdağ Kiraz Festivali’ndeki konserinde, attığı tweet ve ödül konuşması (yani kadına şiddete karşı çıktığı!) için bir şarkı uzunluğunda özür diledi. 80 yaşında bir erkek aktörün, Metin Akpınar’ın Merve Dizdar’ı desteklemek için “Türkiye’de 10 senedir dört bin kadın öldürüldü, Merve mi haksız” dediği kadarını yapamadı yani, protest tavrıyla öne çıkan bir kadın sanatçı olarak. Ki konsere de bu özre razı geldiği için kabul edildiği anlaşıldı. Seçmenden ayrı, Cumhurbaşkanı’ndan ayrı, konsere gelenlerden ayrı özür diledi. Bir tek daha önce gayet güzel konu ettiği “katledilen kız kardeşleri”nden ve kadınlardan özür dilemedi. Bu aşırı “mütevazı”, ultra birleştirici özrü de Belediye Başkanı Cüneyt Yüksel tarafından “büyüklük bizde kalsın” lütfuyla karşılandı, sarılmalar vs… Ülkenin bütün sorunlarını bir çırpıda çözüveren duygusal anlar yaşandı. Konser gerçekleşti ve karşılığı da alındı.

Devamı daha da trajikomik. Kindar seçmen hala o kadar öfkeli ki Mosso bu tavrıyla onlara da yaranamadı. “Bizi aşağılayanlara kucak açtınız” hezeyanları sürerken Cüneyt Yüksel de bir özür metni yayınladı. Yani olan bitenin halkın yarısıyla bir alakası yok ama özür dileyen dileyene…

Nurseli İdiz

Nurseli İdiz’se Sabah gazetesinin ünlü “Balçık röportajları” serisine can havliyle yetişip “halkı ayrıştıran laik kitledir esas, her yerde çıplak kadın görmekten bana fenalıklar geliyor ayol” dedi. (I see çıplak people) O kadar gereksiz ve maalesef o kadar acıklı bir çıkış ki. İyi kötü bir imajı belli bir yaşa kadar getirmiş, üstelik de cesur sahnelerde oynamasıyla (da) bilinen, ismi olan bir oyuncunun son çeyrekte Allah bilir hangi saiklerle böyle “düşmesi”ne ne gerek var… Daha kötüsü de şu, herkes Mosso ile o kadar meşguldü ki, İdiz gündem bile olamadı. Konuştuğuyla kalmış oldu.

İnsan ya inandığı şeylerin arkasında durmalı ya da “esasen” inanmadığı şeyler konusunda hiç konuşmamalı galiba. Devran nasıl dönerse dönsün, “yaranmak” isteyen hem sanatçılığından kaybediyor hem de maalesef yaranamıyor bile, kendini düşürdüğü yerde kalıyor.

Gerçek yıldızların ışığıysa hiç sönmeyecek. Suna Kan ve Nurhan Damcıoğlu’nun ruhları şad olsun, yattıkları yer incitmesin.

Tüm yazılarını göster