Yılmaz Atadeniz: 'Devlet sanatçısının yanında değil'

Yeşilçam Sineması'nın ünlü yönetmenlerinden Yılmaz Atadeniz ile filmleri ve Türkiye sineması hakkında konuştuk. Anılarını paylaşan sanatçı şimdilerde Sine-iş ve SESAM'ın başkanlığını yapıyor.

Abone ol

Emektar yönetmen Yılmaz Atadeniz ile biraraya gelip Yeşilçam Sineması’nı, Türkiye Sineması’nda öncülüğünü yaptığı fantastik filmleri, ''duruşu, silah kullanması, atlayışı çok sinemasaldı'' dediği Yılmaz Güney’i ve sinemacıların emeklilik ve telif meselelerini konuştuk. Kayda başlayıp ''Yılmaz Atadeniz kimdir?'' diye sorduğumuzda ''Ben Yılmaz Atadeniz. 1 Şubat 1932 tarihinde, Bebek’le Kuruçeşme arasındaki Arnavutköy’de doğdum. Ailemin altıncı çocuğuyum. İyi bir yüzücüyüm, iyi bir basketbolcuyum. Hayatım boyunca hiç sigara içmedim.'' diyerek cevap verdi.

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

Çocukken Beyoğlu’nda bir sinemaya götürüldüm. İzlediğim ilk film, Şarlo’nun bir filmiydi. Ses Tiyatrosu’nun içinde olan bir sinema salonu vardı, orada izledim. Film çok komikti, gülüyorduk filan ama bir kadın da perdenin yanında piyano çalıyordu. Film seslendirmesi diye bir olay yoktu. Piyano ile filmlere seslendirme yapıyorlardı. Müzikli bir anlatım yani… O filmden çok zevk aldığımı hatırlıyorum. O filmden sonra sinemadan çıkmaz oldum.

Abiniz de sinemalarda çalışıyor sanırım o dönem?

Tabi, tabi. Arnavutköy’de bir sinema vardı, orada makinistlik yapıyordu. O makinist olduğu için de ben filmlere bedava giriyordum. O yüzden hiçbir filmi kaçırmazdım, hatta bazen arkadaşlarımı da bedava sokardım sinemaya.

40’lı yıllar değil mi anlattınız dönem?

1940- 1945 dönemi işte. Beyoğlu’na sinemaya giderdik, Lale Sineması’na filan. Çocukluğumda izlediğim filmlerin yönetmen yaptığım dönemde çektiğim filmlere katkısı çok oldu. ''Maskeli Beşler'' filmi mesela. O dönemin ürünüdür bu film.

Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yapmışsınız. Asistanlık sürecinizin yönetmenliğinize bir katkısı oldu mu?

Tabi ki oldu. Atıf, dekupajla çalışıyordu mesela. Bir sayfada senaryo yazılı diyelim, onun arkasındaki boş sayfaya, Atıf plan plan yazardı o sahneyi nasıl çekeceğini. Çekim yapacağı mekânı muhakkak gidip görürdü çekimden önce. Senaryonun arkasına da dekorları filan bile çizerdi. O dönem ham film bulunmazdı. 40 kutu film verirlerdi bize, 2800 metrelik film… Bununla filmi bitirmeye çalışırdık. Normal bir filmi 200 kutu filmle anca bitirirdin, düşün yani. Dolayısıyla çekimde hata yapmaman gerekiyordu. O yüzden dekupaj çok önemliydi. Atıf’ın kafasında her şey belliydi. Ondan çok şey öğrendim.

Yönetmenliğini yaptığınız ilk film ''Yüz Karası''… Ancak filmin bir kopyası dahi şu anda yok.

1963 yılında çektim ''Yüz Karası''nı. O dönem''Kurt Film''e çekilen filmlerin hiçbiri yok. Çünkü o filmler baltalandı. O filmleri, o firmanın sahibi olan hanımefendi, bir kasetini bile ortada bırakmadan, parçaladı. İnanamadım o zaman.

Neden böyle bir şey yaptı?

Saçmalamak… Bir eseri baltalamak, öldürmekle aynı şeydir. Sami Ayanoğlu’nun bir filmi vardı, o dönemde o da baltalandı.

Sonra Yedi Kocalı Hürmüz filmini çekiyorsunuz. Çok iyi oyuncularla…

.

Tabii, Efkan Efekan, Ahmet Tarık Tekçe, Öztürk Serengil, Necdet Tosun, Erol Günaydın, Sami Hazinses ve Müjdat Gezen. Hürmüz de Suna Pekuysal oldu. O arada da Metin Erksan, Susuz Yaz filmini yeni bitirmişti, normalde de kimseye iş kopyasını göstermez ama ben çok ısrar edince filmi gösterdi. Filmde de Hülya Koçyiğit diye yepyeni bir kız oynuyordu. Filmi izledikten sonra dedim ki ''bu kız, yedi tane kocayı idare edecek güzellikte''. Gittim yapımcıya dedim ki ''Hülya Koçyiğit diye bir kız var, o oynasın'', Kurt Film’in sahibi Mehmet Arancı istemedi. O yüzden Suna Pekuysal’la çektik filmi.

Ezel Akay’ın yaptığı yeniden çevrimi görebilme şansınız oldu mu?

Filmi çektikten sonra bir yerde denk geldik, ona dedim ki ''sen Yedi Kocalı Hürmüz’ü çekmişsin!'', ''çektim ama düşündüğüm işi alamadım.'' dedi. ''Tabi'' dedim, ''Ben o filmi yaptığım zaman kadın kıymetliydi, şimdi değil. Yedi Karılı Gürbüz diye bir film yapman lazımdı şimdi.’’ dedim. ''Doğru söylüyorsun abi, keşke baştan söyleseydin.'' dedi. ''Sen bana sordun mu bakalım?'' dedim ben de. ''Sen kendi cezanı kendin bulmuşsun.''

Sonra da ''Duruşu, silah kullanması, atlayışı çok sinemasaldı'' dediğiniz Yılmaz Güney ile ardı ardına film çevirmeye başlıyorsunuz.

Yılmaz Güney’le çalışmalarımız enteresandır. Mesela adam kavga ediyor filmde, şapkası başından düşmüyor! Veyahut bir meyhanede çekim yapıyoruz, ne masa parçalanıyor, ne camlar aşağıya iniyor, ne iskemleler kırılıyor! Yılmaz’la çektiğimiz filmlerde biz bunları yaptık. O yüzden millet izleyince çok şaşırdı. Sonra ben o aksiyon sahneleri filan için branda yaptırdım, yüksekten atlıyor Yılmaz, hem görüntü güzel oluyor, hem de Yılmaz’ın bir yerleri incinmiyor. Bu sefer de yapımcılar özellikle ikimizi istemeye başladı, ''siz iyi kavga sahnesi çıkarıyorsunuz.'' diye.

Kaç tane film çevirdiniz beraber?

14 tane film çevirdik. Mesela bir tane film var, Kasımpaşalı Recep. Normalde tek filmdi o, ben araya başka görüntüler koydum o zaman, ortaya iki tane film çıktı: Kasımpaşalı ve Kasımpaşalı Recep. Bu da yapımcısından kaynaklanıyor tabi. Nuri Akıncı diye bir arkadaştı o filmin yapımcısı. O zaman bölgeler var, bölge bölge gösteriliyor filmler. Nuri Akıncı, iki farklı bölgeye ''iki tane film hazırlıyorum size'' diyor, parasını da peşin alıyor ama ortada bir tane film var. Onu o yüzden öyle yaptık.

Yılmaz Güney’le unutamadığınız bir anınız var mı?

Yılmaz, çok özel bir insandı. ''Çirkin Kral'' filmini çekiyoruz, Yılmaz’a dedim ki ''sen smokin giyeceksin!'', ''abi ben şalvardan başka bir şey giymedim, ne smokini?'' dedi. ''Bir de bana papyon taktırıp öyle kavga ettireceksin değil mi?'' deyip, iyice huysuzlandı. Ona dedim ki, ''şimdi sen smokini giy, papyonu tak, sonra da şu arabanın üzerine çık! Ben dayak yiyecek olan adamları gönderiyorum, sen onları ayaklarınla döveceksin ama bale yaparmış gibi.'' O zaman ona da mantıklı geldi,''Çirkin Kral''ı öyle çektik.

.

Fantastik Türkiye Sineması’nı sizin başlattığınız söyleniyor. Amerikalılar Tarzan'ı çekince siz de "Tarzan İstanbul'da" filmini uyarlıyorsunuz. Sonra da ''Tarzan İstanbul'da o devirde dünyada en fazla satan film oldu. Bunu Amerikalılar öğrenince çok kızdılar. Hatta bizi mahkemeye verdiler. Manisa Tarzanı dedik kurtulduk.'' diyorsunuz.

Doğru, o lafı ben dedim ama filmi ben çekmedim, ağabeyim çekti. O filmin şöyle bir özelliği var: O film, dünya satışı yapılan bir yerli filmdi. Bak bu çok önemli bir bilgi! O filmin yapımcısı Kunt Tulgar’ın babasıydı. Sabahattin Tulgar diye bir adam… Aynı zamanda filmin kameramanıydı da.

''Killing'' filmi nasıl ortaya çıktı?

1966 yılı filan… Üsküdar’dan Beşiktaş vapuruna bindim. O zamanlar fotoromanlar vardı, gazetelerin arkasında olurdu böyle. Herkes onları okurdu, pek öyle gazete filan okumazdı millet. Arkasını okur atarlardı. Baktım herkes fotoroman okuyor vapurda. Ben de aldım bir tane, arkasında bir İtalyan fotoromanı vardı. Yarım iskelet şeklinde bir adam tasarlamışlar filan. Ben aldım o yarım iskeleti tam iskelet yaptım, elleri ayakları kafası filan da dâhil. Karşısına da bir uçan adam koydum. Çıktık, doğal mekânlarda çektik sonra.

''Killing''i oynayan oyuncu kimdi?

Yıldırım Gencer’di. Tabi biz her ölümde içindeki adamı değişik gösteriyorduk. ''Killing'' benim için çok para kazandıran bir iş oldu. O dönem İstanbul bölgesi bana kalmıştı –Eskişehir dahil-. Eskişehir’e Türkânlı, Hülyalı, Fatmalı bir filmi gönderdiğiniz zaman size en fazla 5.000 lira verirlerdi. Ben ''Killing''i bir gönderdim, 24.600 lira kazandım. Ben onun üzerine 400 lira daha ekleyip, Etiler’de şu an oturduğum evi aldım.

Fantastik filmi Türkiye’ye getiren yönetmen sizsiniz ve asistanınız Çetin İnanç da sizin yöntemlerinizden esinlenerek fantastik filmlere devam ediyor ve Dünyayı Kurtaran Adam’ı çekiyor.

Ben yetiştirdim Çetin İnanç’ı. Benim asistanlarımın içerisindeki en zeki adamdı Çetin. Bak, ortada senaryo filan olmasın, Çetin’le beraber olduktan sonra hemen filme başlayabiliriz. Çetin, o kadar işini seven, mükemmel bir adamdı.

Sine-İş Sendikası'nın başkanlığını da yapıyorsunuz…

İlk beş kişiden biriyim ben. Kurucu ekipteki… Lütfi abi (Akad), Metin Erksan, Ertem Göreç, bir kişi daha vardı ama hatırlamıyorum.

Hangi yıllarda kuruluyor sendika?

60’larda işte. O zaman enteresan bir karar almışlardı, ''Pazar günleri çalışmayacağız'' dediler. Ben karşı çıktım. Dedim ki ''pazar günü çalışmamak olur mu hiç? Mahkemelerde nasıl çekim yapacağız hafta içleri, yazıhanelerde nasıl çekim yapacağız?''. Bunlar sadece Pazar günleri boş olan yerler… ''Pazartesi ya da Salı günü tatil olsun, buna karşıyım ben'' dedim.

Sonra ne oldu?

Ne olacak? Karar çıktı, kimse çalışmadı Pazar günü. Bir Pazar günü, o zaman Mecidiyeköy’deydi, Lale Film stüdyosuna gittim. Baktım, stüdyonun sahibi oturmuş, senkron yapıyor. Daha doğrusu yapamıyor. ''N’apıyorsun sen?'' dedim, ''Bu film pazartesi günü oynayacak, senkronunu yapmaya çalışıyorum'' dedi. Ben de sendikalıyım ya şimdi, karar da çıkmış çalışılmaz artık! ''Yok mu kimse?'' dedim. ''Yok'' dedi. ''Ben çalışırım'' dedim, ''Bana ne kadar para verirsin?''. Söyledi bir rakam… ''Tamam'' dedim ''ama parayı bana verme, sendikaya bağış olarak yap''. Ben filmin senkronunu yaptım, ses montajını da yaptım. Teslim ettim adama da. Sonuçta iş başka bir şey, mukaddes bir olay…

Şu anda SESAM’ın başkanlığını yapıyorsunuz değil mi?

Evet. Sinema Eserleri Sahipleri Meslek Birliği… Şu an 4102 tane filmin koruması benim elimde. Satışı filan değil, koruması benim elimde. Ben onları korumakla mükellefim. Yurtdışında ve yurtiçinde…

Yüklendiğiniz görev, sizin ilk filminizin baltalanmasıyla da çok alakadır diye sanıyorum.

Tabi, bir filmin baltalanması kötü bir şey… Filmlere sahip olmamız lazım.

Son olarak ''İkimize Bir Dünya'' filminin yönetmenliğini yaptınız?

Sait Faik Abasıyanık’ın Medarı Maişet Motoru isimli kitabından Sefa Önal’ın senaryolaştırdığı bir hikâye… Bu filmi Sefa ile beraber çekecek idik ama maalesef Sefa merdivenden düştü ve beraber çalışamadık. Tam çekimlere başlarken ortaklıktan ayrılacağını söyledi. Daha evvelden olsaydı senaryoyu değiştirme imkânım vardı fakat çekimlere çok az kalmıştı. O yüzden senaryoyla ilgili bir şey de yapamadım.

Benim sorularım bitti. Eklemek istediğiniz bir şey var Yılmaz ağabey?

Bir sanat dünyasını düşünün ki Türkan, Fatma, Hülya, Filiz ve bütün kadın oyuncular, bütün erkek oyuncular ve bütün yönetmenler 1401 lira bile emekli maaşı almıyor. Bu ülkede memur, işçi, savcı, polis, asker ve imama her türlü imkân var, bize yok. Devlet ve şehir tiyatrosundan emekli olan bir sanatçı 2500 liranın altında bir emekli maaşı almaz. Bu devletin ayıbıdır. Çünkü devlet sinema sanatçısının yanında değil. Kaldı ki telif haklarımız da yok ortada. Telif hakkımız olsa hiç olmadı birazcık rahatlayabiliriz. Kanunda,''eser sahibi uygun bir bedel karşılığında eserini devredebilir'' diye bir ifade var.

Sanatçı daima para zorluğu içindedir ve o adamın elinden o belgeyi almak kolaydır. Hâlbuki hakkını devredemeyeceği bir miktar olmalı… Ki ''hangi eser nereye satılırsa satılsın, telif hakkı bakidir'' demeleri lazım. Ne yazık ki kanunda da böyle bir ifade yok.