Yılmaz Güney gibi bir Arkadaş’ınız yok, mesele bu!
Ne denir, ne yapılırsa yapılsın Yılmaz Güney’e bir türlü dokunulamıyorsa bundandır. Filmlerinde kötülerin ve kötülüğün karşısında oluşundandır, mazlumun yanında duruşundandır. Serveti, saltanatı da, servet-saltanat sahiplerine hizmeti de reddedişindendir. Varlıklarını her türden saltanat ve güç sahiplerine borçlu olanlar ona öfkelenmesin, küfretmesin de ne yapsın? Dün böyleydi, bugün de böyle.
Söz verdin, Yılmaz Güney’i linçleme -kensıllama-
harekatının sebeplerini açıklıyordun hani, diyorsunuz. Haklısınız,
onun için de son sözümü başlığa çıkardım. Niye öyle derseniz, önce
bugünün amatör filmcilerine, daha doğrusu komplocularına,
sabotajcılarına bakalım.
Bir haber kanalı, bir haberci, muhabir kamu malını; metro
istasyonlarındaki yürüyen merdivenleri tahrip etme senaryosu
yazıyor, genç insanları figüran olarak kullanıyor. Senaryo, “haber”
olarak çekiliyor, yayınlanıyor. Kamu malına zarar vermenin yanında
binlerce insana eziyet çektiren bu aleni kötülük eylemi ve
senaryosu İstanbul’da, farklı istasyonlarda defalarca sahneleniyor.
Gözü dönmüş kötülük, gencecik insanları, tam da klişe lafta olduğu
üzere, kirli emellerine alet ediyor. Genç çocuklar suça, kötülüğe
teşvik ediliyor.
Bir tuhaf eylemcilik, bir tuhaf filmcilik, bir tuhaf
yönetmenlik, oyunculuk. Tuhaf ama egemen habercilik, rehberlik bu.
Yılmaz Güney meselesiyle alakası nedir, derseniz, dönüp yaklaşık
elli yıl öncesine uzanalım. 1974’de Yılmaz Güney’in senaryosunu
yazıp yönettiği, kendisinin de son kez kamera karşısına geçip
başrol oynadığı Arkadaş filmine bakalım. 42-46 ve 49-50.
dakikalarda Güney’in canlandırdığı Arkadaş’la (Azem, “A’da şapka
var”) 18 yaşındaki Halil’in sahnelerine özellikle dikkat.
Halil ve yaşlı annesi yazlık sitede zengin evlerinden birinde
hizmetlidir. Halil’in gece gizlice araba lastiklerini
hançerlediğini, camları kırdığını gören Arkadaş, ertesi gün
“Konuşalım mı” der ona. Çocuk ürker, “Ne konuşacağız” diye çıkışır.
Sonuçta Arkadaş, dostluk kurduğu delikanlıya “Ne anlıyorsun cam
kırmaktan, lastik patlatmaktan” diye sorar. Sonraki görüşmelerinde
aynı soruyu yineler. Onu okumaya teşvik eder, suçtan, sabotajdan
uzaklaştırır. İki eylem biçimi, iki rehberlik, arkadaşlık. Mesele
bu, fark bu.
Ne denir, ne yapılırsa yapılsın Yılmaz Güney’e bir türlü
dokunulamıyorsa bundandır. Çirkin Kral
filmlerinde Umut’a, Acı’ya,
Arkadaş’tan Sürü’ye, Yol’dan,
Duvar’a uzanan çizgide kötülerin ve kötülüğün karşısında
oluşundandır, mazlumun yanında duruşundandır. Serveti, saltanatı
da, servet-saltanat sahiplerine hizmeti de reddedişindendir.
Varlıklarını her türden saltanat ve güç sahiplerine borçlu olanlar
ona öfkelenmesin, küfretmesin de ne yapsın? Dün böyleydi, bugün de
böyle.
Sosyal medyadaki son linç hamlesinden önce bu sezon ilk kez
ekranlarda göründü Yılmaz Güney. Kendisi ya da filmi, haberi
değildi ekrana gelen. Adıyla, görüntüsü, havası, edasıyla dizi film
karakteri olarak reenkarne olmuştu Çirkin Kral.
12 Eylül darbesini fon olarak kullanan Dilek Taşı
dizisinin ilk iki bölümünde kıdemli, itibarlı siyasi mahkûm
Yılmaz Abi karakteri, alenen Yılmaz Güney’e selam
çakıyordu. Umuttan söz ediyor, göründüğü son sahnede “Unutma
kardeş, yollar umutla doludur” diyordu parmaklıkların ardından.
Dilek Taşı dizisinde Yılmaz Abi karakteri (Taner
Cindoruk)
YİNE Mİ YILMAZ GÜNEY, ÖLMEDİ Mİ O!
Bu zamanda olacak şey değil, dedim ama oldu. Yetmedi, 9
Eylül’de, ölüm yıldönümünde Murathan Mungan’ın güzelleme ve anması
geldi: “İyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist
olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha
kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken
içimizin en ücra yerine dokunamadı.”
Fakat “içimizin en ücra yerine dokunma” meselesi başka türlü
tezahür etti. O sözlerle aynı günlerde matah biri gibi Yılmaz Abi
olarak ekranda arzı endam etmesi birilerinin içine, en ücra
köşelerine feci dokundu. Çoktan ölmüş, Yeni Türkiye’de asla yeri
olamayacak, adı anılamayacak biri (bkz: metro merdivenleri
sabotajları ve Arkadaş’ın Azem’i) heyula gibi yeniden dönemezdi
sahalara, dönmemeliydi.
İlk aksiyonun kültürel hegemonya savaşçılarından ve
onların bir işaretiyle harekete geçen sosyal medya militanlarından
gelmesi beklenirdi. Öyle olmadı, Mungan’ın “sinemamızın en iyi
yürüyen erkeği” ifadesi içine dokunmuş olmalı ki sinema-dizi
sektöründeki bir kadın yıldız Farah Zeynep Abdullah hemen tepki
gösterdi buna. Durmuş düşünmüş, “sessiz kalmak olmaz” kararını
vermiş ki, gecenin bir yarısı, günün ilk saati yazmadan
edememiş.
Merak ettim, mesajdaki shjs neyin kodlamasıdır? Çünkü
arkasından "ve" bağlacıyla önemli şeylere
dikkat çekiyor. "shjs ve kadın döven ve şiddet türleri
açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim” diyor.
Ardından gelen hatırlatmalara bakılırsa gençler,
seksist lafını shjs olarak mı kodluyorlar acaba?
Sadist de olabilir?
Çocuklara sordum, kahkahalarla güldüler. Hem de epeyce. Ne var
ulan, diye çıkışınca, “Shjs” diye tekrarladı biri yine gülerek.
Diğeri “A – Seksist”, bir diğeri “B – Sadist”, öteki “C – Hiçbiri”
dedi yine kahkahalar eşliğinde. Ben de “D – Çakacağım hepinize
birer tane” dedim. Bir şey sorulmuyor bunlara, maymuna çeviriyorlar
adamı.
Kızlar daha anlayışlı. İsmini vermeyeyim burada, “Kızmayın Asaf
abi, her şeyi bu kadar ciddiye almayın” dedi. “Göndermeler, kodlar,
alt mesajlar aramayın. O kadar ciddi bir şey yok ortada. Kim, neye
bu harflerle cevap vermişse, ‘hadi canııım’ demiş. ‘Ciddi misin’
manasında gülme efekti yapmış. ‘Neremle gülsem, bilemedim’ diye de
anlayabilirsiniz.”
Vay be. Ciddi bir şey yokmuş ortada. Olsa ne olurdu acaba? Dört
harf neler anlatıyormuş. Bu gençlerin aklına, diline asla vakıf
olamayacağız. Kader. Farah kızımız neşeli, şamatacı biri anlaşılan.
Neşesi daim olsun. Ama Ülkü Tamer’in dizelerini anmadan
geçemeyeceğim.
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten
İlk dizedeki öğrenciyi Farah Zeynep Hanım için “bu ne biçim
oyuncu” diye okuyunuz lütfen. Onun şamatalı mesajını fırsat bilip
azılı katil, lümpen, “solcular ve solcumsular açısından yeri
tanrılar katında”ki “Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda
hafif bir çatlak oluştu” diye gaza gelen, “Darısı Mahir’inden
Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar diğer tanrı ve
tanrımsıların başına” duasıyla “Putların devrilmesi” için, kültürel
hegemonya gazasına çıkanlar, “en önce ben ‘katil’ dedim” diye
böbürlenenler için de ikinci dize cuk oturuyor. Evet onlar hem
dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
“Yılmaz Güney Kalesi Yıkılıyor” diye YouTube’da yarım saat
çılgınca savaş ve zafer naraları atan faşizan sosyopatlar ve
benzeri linççiler, gençlerin ifadesiyle “kensılcılar” için, ne
deseniz fark etmez.
Şimdilik Farah Hanım’a bakalım, ne zamandır tanıyoruz onu?
Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisiyle karşımıza çıkmıştı ilk.
2010’dan 2013'e üç yıl ekranda kalmıştı. Çirkin Kral’ın henüz
hayatta olduğu, 1970’lerden 12 Eylül zamanlarına uzanan dönemde bir
ailenin öyküsü konu ediliyordu. Siyasal atmosfer, Dilek
Taşı’ndakinden daha ön plandaydı orada. İyi reyting almış,
100. bölümle final yapmıştı. Ama anlaşılan o ki Farah Hanım,
canlandırdığı karakterin yaşadığı döneme dair en ufak bir ilgiye
bilgiye sahip olmaksızın oynamış orada. Olabilir, diyelim.
Mesleğine; yaşadığı ülkenin sinemasına dair de herhangi bir merakı
da olmamış ki, o sinemayı değiştiren insan için söylenenlere
neresiyle güleceğini bilememiş! Sinemasına laf etmiyor, “kadın
döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan”
biri olmasına dikkat çekiyor, derseniz, ona da peki. Bu konularda
hassasiyetini gördüğümüz başka bir örnek var mı? Yok!
Ben olsam utanırım, evet.
Güney ailesinin itibarsızlaştırma karşısında yargıya gideceği
açıklamasına karşı “ok hakimi vurmak yok ama” cevabıyla tarih
bilgisini konuşturan Farah Zeynep kızımız, Nagehan Alçı’nın Yılmaz
Güney’e saldırıların onun Kürt olmasından kaynaklandığı yorumuna
“yok koç erkeği abartma” diyerek şamatayı sürdürdü. Derken, kendisi
Alçı’ya dava açmasın mı! Hakimi ne yapıyoruz şimdi?
Neyse, dertlenmesine gerek yok Farah kızın, sosyopatlarla
beraber Memleket Partisi var yanında kapı gibi.