Yirmi sekiz Kürt portresi
Yalçın Çakmak ve Tuncay Şur'un derlediği Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler, İletişim Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Kitap, dört farklı ülke sınırları içinde yer alan Kürlerin kültürel ve siyasi birikimlerini mercek altına alıyor.
DUVAR - Kürtler, bin yıllardan bu yana, Mezopotamya olarak bilinen coğrafyanın tam kalbinde, evvela ufak beylerin, mirlerin hâkimiyetinde, sonra büyük imparatorlukların –çoğu zaman özerk- himayesinde varlığını sürdürdü. Bugün, dört devletin sınırları içinde, Türkiye’nin güneydoğusu ve doğusu, Suriye’nin kuzeybatısı, Irak’ın kuzeyi ve İran’ın kuzeydoğusu, yaşayan Kürtlerin, devlet mülkiyeti olarak nitelenebilecek olan “dikenli teller” ile karşılaşması 17. yüzyıla denk gelir. 17 Mayıs 1639’da Osmanlı Devleti ve Safevî Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması, ilkokul tarih kitaplarında, “Doğu sınırlarımızı bugünkü haline getiren” yazılı bir sözleşme olarak nitelense de, Kürtler için anlamı farklıydı. Tarihlerinde ilk kez, iki devlet tarafından ayrıştırılmış oldular.
Aradan geçen –yaklaşık- üç yüz yılın sonunda Lozan Antlaşması’nın yapılmasıyla, Kürtler; Suriye, Irak ve Türkiye devletlerinin arasında bölüştürüldü. Böylece dört farklı devlet himayesinde yaşayan tek bir halk olarak varlığını sürdürmeye başladı. Yaklaşık yüz yıldır “Kürt Meselesi”ni gerek bölgesel gerek evrensel bir etkiye gark eden sonuçların siyasi sebebinin hatları kabaca bu şekilde ortaya çıktı.
Konu Kürt Meselesi olunca, bu kısa hatırlamayı yapma ihtiyacı hissederken, bu yazının asıl sebebinin İletişim Yayınları’ndan Yalçın Çakmak ve Tuncay Şur derlemesi ile çıkan “Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler” kitabı olduğunu belirtmek isterim. Kitap, tarihsel olarak ya da siyaseten simge haline dönüşmüş/dönüşen yirmi sekiz Kürt’ün, bir makale –her birinin yazarı farklı- aracılığıyla portrelerinin çizilmesi yolu ile oluşturulmuş.
'TARİH YAZIMINA NACİZANE BİR KATKI...'
Barzaniler’den Abdullah Cevdet’e, Seyit Rıza’dan Dr. Şivan’a, Feqiyê Teyran’dan Selahattin Demirtaş’a pek çok isim kitapta kendine yer buluyor. İçerikte yer alan kişiler kronolojik bir sıralamayla aktarılmıyorken, ufak bir biyografik metin ve kişiyi ortaya çıkaran tarihsel, siyasal ve sosyolojik nedenler okura sunuluyor. Kitabın derleyenleri Çakmak ve Şur, hedeflerini, “…temel gayelerimizden biri de Kürtlüğün sosyal, siyasal ve entelektüel alanlardaki birikiminin hangi zaviyeden vuku bulduğuna bakmaksızın bu çeşitliliği bütünlük içinde okuyup yeni bir tarih yazımına naçizane bir katkı sunmak…” olarak açıklıyor.
Bilindiği gibi tarih, bir gelecek inşa etme idealinin, bir kişi, kurum, topluluk, halk ya da ulus için geçmişten, bugün anlamı olacak somut bir bilgi çıkararak, kendi varoluşunu yeniden üretme anlamına da gelir. 20. yüzyıl başlangıcı, ulus devletlerin şaha kalktığı, tarih kurumlarının evvela bir gelenek, sonra da bir gelecek yaratmayı amaçladığı bir dönem olmuştur. Bu haktan muaf tutulan Kürtler içinse tarih, bir gelecek üretme/yaratma haricinde, hafıza mefhumu ile de karşılık bulur. Çünkü Kürtler, dört bölgede de; kültürel, sosyal, sanatsal, ekonomik ve siyasal alanda –genel- ritüellerine devam ettiğinde, temsiliyet çabasına veya bir kimlik savunmasına giriştiği anda, yerel ve/veya evrensel güçlerin hışmına uğradı. Buna karşın hep yeni bir öznenin çıktığı ve bir sonrakine daha güçlü bir miras bıraktığı bilimsel ve sanatsal alanlarda Kürtler, ciddi birer gelenek yarattılar. Bu hususta hafızanın belirleyici etkisi olduğunu kanaatindeyim. Çakmak ve Şur, bu meselede, “…Kürtlüğün parçalanmış zihinsel dünyasını birleştirmede ya da aralarında ilişki kurarak bir tarih okuması gerçekleştirmede Kürt şahsiyetlerin portrelerinin oldukça faydalı olacağı…” görüşünde fikir beyan ediyor.
Her birey, kendi döneminin koşulları ile var olur. Geleneğin ve “genetiğin” etkisinin su götürmez olduğu yaşamda, var kalabilmek için belirleyici olan bizi biz yapan değerler sanıyorum. Son sözü, kitabın ilk önsözünü yazan, Hamit Bozarslan’a bırakalım: “Kürt meselesi” her şeyden önce, bir halkın nesneden özneye geçme mücadelesidir. Kitaptaki makaleler, şiddetin, bu mücadelenin önünün tıkanması sonucunda ortaya çıktığını göstermektedir. Kürtlüğün “milliyetçiliğe” indirgenebilmesi mümkün olmayan kültürel ve siyasal birikiminin Ortadoğu’nun hizmetine sunulabilmesi ise, Kürt meselesinin hem dört devlet çerçevesinde, hem de bölgesel bir çerçevede çözülmesini mümkün kılabilecek barışçıl senaryolar sayesinde mümkün olabilir.